14 Ekim 2011 Cuma

Malezya git git bitmedi;))

Malezya git git bitiremedik sanki;)) Oysa ki bir tek Kuala Lumpur'da bir hafta kaldık. Sanırım bu da benim anlatım becerimle (ya da beceriksizliği mi desem;) alakalı.

Malezya'nın en tanınmış, en turistik yönüne değinmek gerek şimdi: Petronas Kuleleri. Bizim bu konuda küçük bir şanssızlığımız oldu. Petronas Kulelerinin içine giremedik. Bayram haftasında komple kapattılar. Bilseydik Pazar günü gitme şansımız varken, değerlendirirdik ama doğrusu tüm haftayı kapatacakları aklımızın ucundan geçmedi. Biz de diğer turistler gibi gecesiyle gündüzüyle dışarıdan çektik. Zaten önemli olan kendisini görmek değil mi? ;)






   Gündüz...











... gece.

Bu fotoğrafı eşim çekti. Petronas kulelerinin,
başka bir gökdelende yansıması.
Oldukça estetik, değil mi? 












Bu arada bu gündüz fotoğraflarını çektiğimiz gün, bayramın ilk günüydü. Bir baktık geleneksel kıyafetli bir çift var önümüzde. Gidip konuşsak mı, fotoğraf çektirsek mi, acaba bizi yanlış anlarlar mı derken, gittik sonunda yanlarına.
Çok güler yüzlü, sevimli bir çift. Kıyafetlerini sorduk, bayramda insanlar böyle giyiniyorlarmış. Çok renkli kıyafetler. Geleneklerini devam ettirmeleri de güzel olmuş. Ayrıca onlardan sonra bir kaç kişide daha gördük bu kıyafetleri.


Biz bu kuleye çıkamadık ama kule mi yok ülkede sanki, diyerekten kendimize yeni bir kule bulduk. Dıştan bizim Atakule'ye benziyor. İşte Kuala Lumpur Tower, nam-ı diğer, Menara Tower:


Uzunluğu (anteni dahil) 421m. 276m yukarısında da Atakule'deki bir izleme platformu var ama açık hava değil, camlı. Giriş yanılmıyorsam 40 küsür Ringit idi kişi başı. Kısa bir kuyruk beklemek gerekiyor, çünkü belirli aralıklarla belirli sayıda insanın yukarı çıkmasına izin veriliyor. Yukarı varır varmaz da ücretsiz (kimliksiz;) size Kuala Lumpur'u  anlatan bir cihaz veriyorlar. Bir kaç dil mevcut (İngilizce, Fransızca) ama elbette Türkçe yok. Her bir pencereden gördüklerinizi tarif ediyor. Güzel bir uygulama.
Ama ben sizi sadece fotoğraflarla baş başa bırakacağım.






Bilmiyorum fark ettiniz mi ama, Kuala Lumpur oldukça temiz ve yeşil bir şehir. Her yerde ağaç olmasına, bir şekilde yeşillik olmasına özen gösterdiler. Tabii şehrin yeni olmasının bunda büyük bir
payı var. Bizdeki şehirler gibi gitgide oluşan, büyüyen, yerine artık sığmayıp, üst üste çakışan bir yapısı yok.

Bu arada dışarı çıktığımızda metal malzemeden bir heykel ile karşılaştık. Yakışıklı, değil mi? ;))

Bir de Malezya'nın her yerde gördüğümüz sembolü vardı. "1" sembolü. Farklı etnik gruplar olmasına karşın, herkesi birliğe çağıran bir sembol (malum ülkede Malezyalı kadar Çin ve Hintli nüfusa sahip.) Aslında fikir çok güzel ve Türkiye için de uygulanmalı diye düşündük...


Yine aynı yerde Malezya'nın geleneksel ev yapılarından birkaç örnek vardı. Daha önce Kalimunjawa'da gördüğümüz Bugis evlerini hatırladınız mı? İşte Malezya'nın da Bugisleri ve dolayısıyla aynı yapıda evleri var.


Bugünlük de bu kadar! ;))

7 Ekim 2011 Cuma

Hadi Malezya'ya dönelim artık;)

Kısa bir Endonezya molası verdikten sonra tekrar Malezya yazıma devam ediyorum. Kuş parkını gezmiştik güneşin arnında, de mi?

Oradan çıktığımız gibi, taksiye atlayıp çok da uzağında olmayan Bağımsızlık meydanına (Merdeka Square) gittik.
Kocaman çimenlik bir alanda bir direk var, ve tabii o direkte dalgalanan Malezya bayrağı.

Bu alanın arkasında, sömürge döneminde İngilizlerin gittiği bir kafe vardı. Artık kullanılmıyor galiba. Binanın da zaten çok görsel bir yönü yoktu, bu nedenle fotoğrafını çekmedik.
Bir de küçük bir bilgi daha; bu alan İngilizlerin kriket oyunlarını seyrettiği yerdi.

Bu alanın önündeyse, çok güzel bir yapı var: Sultan Abdul Samed binası. Şu an Kültür Bakanlığının ofislerini barındırıyor. İnşaatı 1897'de, yani hala İngiliz sömürgeciliği varlığını korurken, tamamlandı.


Binanın merkezinde saat kulesi var. Ama asıl hoşuma giden aralıklı olarak yapılan, döner merdivenli kuleleri. Oldukça estetik bir yapı, ve tatil öncesi bomboş bir yol... Fotoğraf çekmek için daha ne isteyelim;))








Binanın içine girmek mümkün olmadı maalesef. Dışarıdan öylece baktık ve yürüyerek yakınında bulunan başka "turistik" bir yerine gittik: Masjid Jamek, Camek Camisi.






Bir vardık ki, namaz saati diye (ki namaz saatini geçen bir saat da hala namaz saati olarak kabul ediliyor) içeri almıyorlar. Baktık saate, 20 dakikamız var. Eeee ne yapalım, bekleyelim bari dedik, tekrar gelgit yapmaktansa. Bizimle birlikte birkaç turist daha vardı. Bu arada hani bekliyoruz da, ayakta ama, oturacak yer dahi yapmamışlar... Ama caminin avlusunda gölgede uzanıp uyuyan "müslümanları" seyrediyoruz güzelce.

Neyse sonunda saat geldi çattı, aldılar bizi avluya. (Tabii söylemeyi unuttum, bizi almadıkları yer caminin içerisi değil henüz, sadece avlusuna dahi giremiyoruz). Avlunun sağ girişinde de kıyafetler asılı. Çuval gibi lacivert pardösü, renklerinden şüphe ettiğim başörtüler var. Kıyafetimi gördünüz, açıkta bir şey yoktu (kollarım bile kapalıydı), vücuduma yapışan bir şey de yoktu, herhalde bir başörtü almak yeter diye düşündüm ama öyle olmadı, giydirdiler yine de pardösüyü.


Şimdi gelelim dil belasının insanı çileden çıkardığı noktaya. Dediğim gibi sadece avluya girebiliyoruz. Adam dedi ki, müslüman olmayanlar caminin içine giremezler. Eeee dedim "ben müslümanım". Adam demez mi, "öyleyse niye böyle giyiniyorsun". Şimdi bunu bahasa dilinde konuştuk, adamın ingilizcesi de yok, nasıl dicen şimdi adama "ulan kimsin sen de bana bu soruyu sorma hakkını kendinde görüyorsun. Rabbim dışında kime düşer böyle bir yargı-eleştiriye varmak???!!!" Bütün saflığımla ve kıytırıktan bahasamla "ama oruç da tutuyorum" dedim (alt yazı: Allah'ın belası adam, güneşin arnında, oruç oruç dikildik öyle, bir Allah'ın kulu gelip de şöyle gölgede bekleyin demedi, cehennemi bu dünyada senin gibi zebaniler yüzünden yaşıyoruz!!!) Ama     -.....- adam geri adım atmadı! Bana ne, günahı onun boynuna. Girseydim de bir dua etseydim fena mı olurdu?



Neyse, o kadar bekledikten sonra dıştan aptalca bir bina seyrettik işte...
Kurban olsunlar bizim Türklere ve bizim olağanüstü camilerimize ;p

Bütün hayal kırıklığımla gittik bugünlük son gezi yerimize: Petaling Street, Petaling sokağı.



Oraya da gitmeyin boşuna, tek görselliği panosu zaten;))) İçerisi tıklım tıklım karman çorman sahte eşya tezgahları. Eski Maltepe Pazarı gibi bişey işte..

İşte böyle.. O gün gördüğümüz tek güzel şey  Sultan Abdul Samed binasıydı, gerisi fasa fiso ;)

25 Eylül 2011 Pazar

Malezya'ya mola, Endonezya tam gaz;))

Biliyorum Malezya yazımı henüz bitirmedim ama sonuçta bu blogu ilk olarak Endonezya'da yaşadıklarımı paylaşmak için açmıştım. Bu nedenle gezi yazarı modundan çıkıp, yaşadığım bu ülke ile ilgili konuları ara ara aktarmam gerek diye düşündüm.

Konumuz yemek;)) Neden mi? Çünkü bu hafta sonu beni biraz şaşırtan bir yemek yaptım. İlk olarak şu fotoğrafla başlayayım, devamını dahi anlamanız için:




Burada gördüğünüz şey ıspanak. Bizdeki gibi değil yaprakları, hem daha ince, hem de daha kısa. Türkiye'de pişirdiğim gibi pişirmiştim.. yoğurtlayarak bile zar zor yemiştik...

Şimdi gelelim bu hafta sonu kullandığım bitkiye. Önce bir göz atalım:




Bu da ıspanak. Dün ablama da anlatığım gibi, bunu saksı içinde satsalar hani, süs bitkisi derim. Yemek aklımın ucundan geçmez. Zaten buna benzer bir süs bitkisi yok muydu, hani yapraklarının etrafı yeşil, içi kızılımtırak ya da morumtırak mı desem?? Maalesef bitki uzmanlığım burada sona eriyor, valla ismini bilemiyorum.
Her neyse yine türk usulü yapayım ben bunun yemeğini dedim. Tencereyi ateşe koymamla, bunun  tüm kırmızılığı suyuna akmasın mı??? Oldu mu sana kırmızı sulu yeşil ıspanak? ;)) Doğrusu sofraya koymadan önce bol yoğurt hazırlamıştım, hani bunun da tadı berbat çıkacak da yine aç kalcaz diye...ammaaaaa... valla türk ıspanağının tadına da en çok bu benzedi.
Amanın yeni birşey buldum yiyecek;))

Bu ülkede, özellikle son iki üç aydır ufak sebzeler revanşta. Ufak derken, fındık büyüklüğünde patatesler (ki aldım çok güzel, haşlayıp baharatlayınca), küçük parmak boyunda havuç, yine bizim turşuluk hıyarlarımızın boyutunda salatalıklar... Liste böyle uzayıp gidiyor ama benim üzerinde duracağım kısım "bilye gibi patlıcan". Maalesef fotoğrafını çekmek aklıma gelmedi...
Neyse aldım, dedim ki zeytinyağlı olarak bölmeden öyle tüm tüm pişireyim. Pişirdim ettim, sofraya getirdim ve ağzıma bir attım ki çıtır çıtır ses çıkıyor. Hani incir çekirdeklerinin dişinizde çıtırdaması gibi. İçlerine bir baktım, sebzenin içi sadece ve tamamen kahverengi çekirdek. Kısacası bu bilye patlıcanlar, kabuk + çekirdeklerden oluşuyor. Yiyemedim.. Eşim fena değil dedi ama, bence tadı da çok fenaaaaa!!! :((

Küçük sebze olur da meyve olmaz mı? Bu ülkeye geldim geleli hayret ettiğim bir meyve hem de: mandalina. Bilye gibi küçük mandalinalar neredeyse tüm yıl satılıyor. Biraz yaklaştım neyin nesiymiş diye, ama hepsi çürük çarık meyveler. Garip şekilde millet bayağı alıyor.
Yani vereceğim iki kuruşa da yazık deyip almadım ben ama hala kapış kapış gidiyor.
Fotoğrafına bakın, haksız mıyım yahu??
Diğer mandalinayı özellikle yanına koydum ki
boyutunun ne kadar küçük olduğunu anlayın;)

Evveetttt aç kaldığımız bu ülkeden yemek izlenimleriydi ;))) Hani hepinizin vadettiği gıda yardım paketleri? Hani hani?? ;p

Gelelim Endonezyalı'dan beter Endonezyalı olurum köşesine. Mini mini bebeler motosiklet sürdüğü bu ülkede herhal ben de bir tane sürebilirim dedim. Biz de motosiklet almıştık bir kaç ay önce. Eşim bayağı iyi kullanıyor, yolda çok rahatız. Eeee dedim ben de öğreneyim şu meledi (böyle mi yazılıyordu ki ?)
Her neyse bindim motosiklete, bir gaza bastım ki, doğru karşı duvara;))) ama çarpmadan durabildim !!! sadece durdurmamla motosiklet acayip ağırlık yaptı ve yan yatıverdik hep birlikte;)) Merak etmeyin, durduktan sonra yana yattım, bu yüzden de yaralanmadım. Ama pes etmedim, yılmadım, atıldım gene (her gaza bastığımda besmele çekerek de olsa (;))
Ve bayağı sürdüm hani.. Gerçi eşim henüz trafiğe çıkmamamın Endonezya halkı için hayırlı olacağı görüşünde, bu yüzden bu maceram evin etrafı ile sınırlı kalacak bir süre;))
Şu zafer kazanmış edamla sizlere hoşça kalın diyeyim;)

15 Eylül 2011 Perşembe

Malezya, bölüm 3 - Kuş Parkı

Dün eşim beni uyardı; yazmıyorsun bloga, insanlar bekler dedi. Düşündüm taşındım, bari kitlelerimin umutlarını boşa çıkarmayım dedim;))
Şaka bir yana, düzensiz yazdığımın farkındayım, ama her gün yazsam bunun tadı tuzu da kalmaz dimi? ;)
En son Batu Caves'de dolaşmıştık (Kuala Lumpur'un kuzeybatısı); şimdi ise güneybatıya iniyoruz. Kuala Lumpur'un bir nevi Central Park'ı olan Lake Garden parkı içinde bulunan Bird Park, yani Kuş Parkına gidiyoruz. Lake Garden haritada yeteri kadar büyük görününce ve hala oruç olduğumuz için, taksi ile gitmeyi yeğledik bir kez daha. Yalnız bir uçtan bir uca gidiyoruz taksi çok tutar diye düşünenler yanılıyor, çünkü en fazla 20küsür ringit verdik (dolar değeri için 3'e bölün).
Neyse geldik parka, giriş tuzlu tabii: kişi başı 48 ringit. Bileğimize de hastanede yatarken isimlik olarak kullanılan bileziklere benzer turuncu bir şey taktılar. 4 farklı renk vardı ama ne anlama geldiğini sanırım bir tek onlar biliyorlar;)
Tüm giriş çıkışlar çift kapılı, birini itiyorsanız, diğerini mutlaka çekiyorsunuzdur; nedeni ise bu Kuş Parkını diğerlerinden farklı kılan özelliği ile ilgili: kuşlar serbest ortamda ve bu sistem de çıkmalarını önlüyor. Kısacası, kuşların kendi doğal ortamlarına benzer bir flora düzenleyip, çok üstünden de fileye benzer bir şeyle kapatıyorlar. Yürüdüğünüz yerlerde kuşlar serbest uçuyor, dolaşıyor... bir yere kadar tabi.. fileler.




Parkta, ki dünyanın en büyük açık alan kuş parkıdır kendisi, yaklaşık 200 tür ve 3000'den fazla yerli ve yabancı kuş var. Bizleri ilk karşılayan farklı renklerdeki papağanlar.















Ardından kuğular ve leylekler gördük. Tabii daha ismini bilmediklerim de var kafamızın üzerinden geçen...















Geldik turist kapanına. Farklı ve egzotik kuş türleri ile "aile fotoğrafı" (;) çektirebiliyorsunuz. İki seçenek var, ya kendi makineniz ile çekiyorlar, sanırım 20 ringit idi, ya da fotoğrafları kendi makineleri ile çekip, bastırıp veriyorlar.
Biz de çektirelim dedik ve ilk seçeneği kabul ettik. Bizi otutturdular bir banka, kollarımızı yana uzattırdılar ve sırayla canlı kuşları yerleştirdiler. Kuş da... kuş hani... Öyle muhabbet kuşu falan değil, kolda bayağı ağırlıgını ve tırnaklarının çiziğini hissedebiliyorsunuz. Kafamı yatırdım diğer yöne, gözümü falan oyar neme lazım :s

Aynı ben;)
En komiği, eşimin de kucağına bir tane yerleştirdiler. Hani eski Dallas filmlerinde gördüğümüz aile resmi gibiydi ama aile reisinin kucağındaki köpek ve ya kedinin yerini kuş almış gibi ;))
Sonuçta yine de güzel bir anı oldu.


















Parkın içinde küçük göletler ve şelaleler de yapmışlardı, hem dinlenmek için hem de güzel fotoğraflar çekmek için. Benim neyim eksik deyip, şelalenin ardında fotoğrafımı da çetirdim;)







Bayağı bir tavus kuşu vardı. Sonunda o güzelim kuyruklarını (biraz tuhaf bir cümle oldu ama... ;)) açtılar ve biz de yakaladık muhteşem renklerini...










Bir ara acayip canlı bir kırmızı renkte bir kuş gördük. Yeşilin ortasında rengi kendini fazlasıyla ele veriyordu. Çok güzel bir kuş yaawww!!












Bu arada, elbette kafes içerisinde de kuşlar vardı. Sanırım bazı kuşların diğerleri ile anlaşamamaları ya da aynı ortamda yaşayamamaları nedeniyle, bazılarını kafeste tutmayı yeğlemişler.
Parkın sonuna doğru küçük bir arena yapıp, kuşlarla çeşitli gösteriler yapıyorlardı. Biz maalesef bitimine geldik, diğeri de bir saat sonraydı galiba, bu yüzden beklemedik.
Turistik bir yer olur da hediyelik eşya satan bir mağaza olmaz mı? Olur elbet. İçeride kuş parkına ya da Malezya'ya dair küçük hediyelikler vardı. Eee kuşlarla ilgili eşya olur da Angry Birds eşyaları olmaz mı? Olur elbet. ;) Tüm dünyada olduğu gibi Endonezya ve Malezya da bu oyunun (ve oyuncağın) müptelası.





Hava sıcak ve nemli, artık çıkalım dedik... Çıkışta herkes dondurma yiyordu soğuk soğuk... offf bir daha Ramazan'da gezi mezi yok... :(((

9 Eylül 2011 Cuma

Malezya yolculugu, bolum 2 - Batu Caves


Son yazimdan sonra, eksi tat uzun surdu degil mi? Ben yarin yazcam dedim mi, buna +2-3 gun dusunun:))

Malezya maceralarimiza devam edelim. Pazar sabahi baktik gec uyanmisiz, dedik ki Petronas Kuleleri icin sansimizi kaybettik, bari Kuala Lumpur sehrinin ikinci onemli yerini gorelim: Batu Caves (Batu Magaralari).
Batu Caves bir dagin icerisinde bulunan bir kac magaranin (ozellikle bir tanesinin devasa girisi var) daha sonra bir Hindu Tapinagina donusturulmesinden olusan bir mabet diyebiliriz. Hindistan disindaki en buyuk Hindu ibadet yeri ve tanrilari Murugan'a adanmis. Kuala Lumpur sehrinin kuzey batisinda yer aliyor. Otobusler var oraya giden (ama metro aginin aksine, otobusleri pek ic acici degil). Bunun haricinde  yine metro var ama biz otelden (kuzey dogu yonunde bulunuyor o da) oraya gitmek icin bu kadar ugrasmayalim dedik ve bir taksiye atladik. Yaklasik 25Ringit odedik (8dolar civari).
Ilk gordugumuz - ki gozden kacmasi mumkun degil- ve hatta sehrin bazi yerlerinden bile kendini gosterebilecek buyuklukte olan Murugan heykeli. Altin rengi (ama altin mi bilmiyoruz) ve 42,7 m yuksekligindeki bu heykel, dunyanin en uzun Murugan heykeli.


















Buyuklugunu daha iyi anlatan bir fotograf olacak bu galiba: 
Oldukca heybetli duruyor degil mi? 

Her neyse bu ilk asama  idi. Gelelim magaralara girme kismina. Magaranin girisi... 272 basamak (!) sonra bizi bekliyor olacak. Allah'tan hava biraz kapaliydi, yoksa su oruclu halimizle, bu sicakta gercekten cekilmezdi.

Basamaklarda yogun bir trafik vardi. Bir de ulkenin ikinci yogun etnik grubunun Hindistanlilar oldugunu soylememiz gerekir (1. Cinliler tahmin edeceginiz uzere). Dolayisiyla buyuk bir Hindu toplulugu var, ve onlar yuzlerinde beyaz bir seyler surerek bazi basamaklarda durup, dua ediyorlar.  Ki bu, bu dik basamaklardan cikmayi biraz zorlastiriyor ama basariyoruz yukariya ulasmaya:))
Bu iste en buyuk magaranin girisi. Magaranin yuksekligi 100m'yi buluyor. Uzunlugu da yine 100m, eni ise 30m. Bitiminde ise yine 200m derinliginde bir obruk vardi. 

Girer girmez bir kaya uzerine konulmus bir heykel karsiliyor bizi. Yalniz soyleyeyim simdiden, cogu heykel yakin gecmiste yerlestirilmis. Zaten magaranin tapinak olan kullanilmasi 1890'li yillara dayaniyor, yani oyle cooookk uzun bir gecmisi yok. Sanirim buraya havasini veren magaranin, yani doganin kendi guzelligi. O giristeki buyuk Murugan heykeli bile 2006 yilinda tamamlanmis. 

Girdigimizde de basamaklar bitmiyor. Kaya yapisina gore birkac basamak asagi, sonra yukari cikiliyor. Ilk girdigimiz alan, zaten en yuksek alani. Saginda solunda isiklandirilmis heykeller var yine. 

Iceride yine kucuk bir tapinak var. Orada toren yapiliyordu. Biz onlari rahatsiz etmeyelim diye cok yaklasmadik ama gordugum kadariyla, bir adam elinde buyuk bir kase ile kendisine yaklasanlara dua edip, kaseden aldigi beyaz bir seyi alinlarina suruyordu. Sanirim koruma ya da gunahlardan arinma ritueli (atmasyon da yapiyor olabilirim:))


Bahsettigim isiklandirilmis heykeller. Fotograf biraz karanlik cikti ama magara ici isiklandirma + heykellerin isiklandirmasi sonucu ancak boyle bir sey cikiyor ortaya. 

Cikiyoruz... Ve tabii basamaklardaki bir seyden bahsetmeyi unuttugumu fark ettim: maymunlar. Diger Budist ve Hindu tapinaklarinda da oldugu gibi burada da aylak gezen maymunlar var:) Yanlarindan caktirmadan geciyoruz, atlar matlar neme lazim :s 
Ama bu hayvanlari gormek hep komik gelmistir.. Sunlara bakin bir de bebisini almis kucagina:))


Uzaktan bir kez daha bakalim gitmeden once... 

Bu arada girisinin ucretsiz oldugunu da soyleyeyim son olarak.

Veeee burada bitirelim demi? ;) 

(Siradaki yolculuk Kus parki, bilginiz olsun. Dizilerde yaparlar yaaa, ilgiyi artirmak icin bir bolumun bitiminde diger bolumde neler olacagini kisaca gosterirler, eee benim neyim eksik??/ )

5 Eylül 2011 Pazartesi

Gecmis bayramlariniz kutlu olsun:))

Eveettt, bir ramazanı ve bir bir bayrami daha geride bıraktık... Zorlandık mi?? Hem de nasiiill?!!! Ramazan'in son günlerinde artık gözlerimin önüne su vahaları görünüyordu:))

Bayramda nasılsa Turkiye'de olmayacağız, bari biraz gezelim dedik, tuttuk Malezya yollarına attık kendimizi. Yolcululumuz ilk olarak Semarang-Solo sehri arası kara yolu ile başladı. Solo sehri batikleriyle unlu bir şehir ve yaklaşık 100km mesafede ama 2,5 saatte gidiliyor (ona bile raziydik yaaa.. -nedenini daha sonra yazacağım donus maceramızda saklı). Solo bile Semarang'dan daha albenili ve düzenli bir şehir (yoksa Semarang dışındaki her yer bize cennet mi görünmeye başladı? :)
Neyse vardık havaalanına, bir temiz bir düzenli bir yenilik kokuyor; Allah'im gerçekten de mi sadece Semarang'i esirgedin diye düşünmeye başladım.. Hersey bir yana, tuvaletleri bilem temizdiii, dusunun artık!!!

Uçağımız kendisini dünyanın en iyi ucuz ucus firması ilan eden Airasia ile olacaktı. Aslinda dogru, ucuz (Endonezya ici yolculuk ile ayni parayı verdik; kisi basi yaklasik 300 kusur dolar) ama bir nedeni var: uçakta hersey ekstra; kabin bagajın dışındaki valizlerin (yukune gore de ayarlanan tutari ile) parali, sigorta paralı, ucus ikramları paralı (neyse ki iki saatlik ucus ve biz de oructuk:). 
Eveeet sorunsuz bir şekilde bindik uçağımıza ve de Kuala Lumpur sehrinin LCCT (yani ozel olarak Airasia için ayrılmış) terminaline indik. Terminaller farklı, söyleyeyim şimdiden, öyle yürünecek bir mesafe de degil yani ana terminal ile aradaki mesafe. Ancak araba ve shuttle otobüs ringleri var, onları kullanabilirsiniz. Kısacası Kuala Lumpur uzeri bir baska yere gidecekseniz, terminalleri dikkate alarak planınızı yapin, Singapur terminalleri ile uzaktan yakından alakası yok (Singapur inanılmaz hizli ve düzenli metro benzeri taşımacılık sağlıyor terminaller arasında)
İndik de amanin bu kuyrukta neyin nesi??? Devasa bir spor salonu icinde yılan gibi kıvrılan bir kuyruk dusunun, iste o pasaport kontrolu :(( Bir saatten fazla surduuuuuu!!!!


Bu arada Airasia'nin kendine ait parali shuttle otobusleri var ve sizleri Kuala Lumpur sehrinin ana metro, otobus ve iste herseyin terminali Kuala Lumpur Sentral'e goturuyor. Havaalanindan KL Sentral'e gitmek bir saati biraz askin bir mesafe demek. Oraya varinca gideceginiz yone dogru bircok seceneginiz var, yeralti ulasim agi bayagi gelismis, tum sehre yayilmis. Hatta sehirlerarasi tren de burdan geciyor, yani KL gelince yolunuz KL Sentral'den mutlaka gececek. Bizim otelimiz Golden Triangle icinde yer alan GTower'di. KL Rapid adli metro agi uzerinden gidecektik. En fazla 20 dakikalik bir mesafe. Yanilmiyorsam kisi basi 3 Ringit civari bir para odedik (1 dolara tekabul ediyor). Bu arada bizdeki gibi sabit degil fiyatlar, gideceginiz mesafeye gore kurus kurus artiyor, ornegin bir sonraki durak 3 degil de 3,20 falan oluyor. Biletinizi de saklamaniz lazim cunku cikarken yine biletinizi okutuyorsunuz makineye, ancak oyle gecis veriyor. 
Oteli ben sectim ve yerini gorunce kendimle gurur duydum; metrodan cikar cikmaz sagimizdaydi. Tabii bizim ilk cikisin yanlis taraftan oldugunu ve biraz yurumus oldugumuzu belirteyim;)) 
Otel 1 yillik, yandan Petronas kulelerini goren, ayni zamanda ofis gorevi de goren bir gokdelen. Odanin  ici modern ve suuuuupeeer rahat bir koltuga sahip (esime paketleyelim bunu goturelim dedim ama sanirim gorunmeden cikmak zor olurdu:)) Ayrica size ozel yastik menusu sunuyorlar, yani var olan yastigi begenmezsen daha sert, daha yumusak, kaz tuyu, visco gibi degisik secenekler var. 
Soldaki koltugu gordunuz mu? Iste o benim!!
Bu arada ben daha KL'a gitmeden lokantalari arastirmistim kentin ve bir adet turk lokantasi buldum!!! Esime soylemistim ilk gelir gelmez orada yiyelim diye. Adi Bosphorus, yer Pavilion alisveris merkezi (sehrin en luks alisveris merkezlerinden). Amanin ne sevinmistim internetten bunu buldugumda, dusunun bir de, oyle bufe seklinde bir kebapci da degil, luks alisveris merkezinde "fine cuisine" olarak tanitan bir yer (hani gurur da duymustum..). Bu nedenle, otele yerlestigimiz gibi taksiye atlayip oraya gittik. 

Yiyecegimiz kazik varmis meger:))) Hatirlamiyorum odedigimiz tam rakami (beynim bu bilgiyi kaydetmeyi reddediyor:) ama aldigimiz kucuk bir meze tabagi (pasta tabagina sigdirilmis 4 kasik meze) ile bir adet imam bayildi, bir iskender, bir  ali nazik, birer su, birer cay ve kucuk birer kunefeye galiba 150 dolar civarinda bir para odedik (caylari dahi odedik!!!! ve kimse amanin bunlar turkler eccik ilgilenelim demedi, zengin araplari ihya etmek varken adam bizi napsin??!!)) Esim de ben de sinir olduk, yediklerimiz guzel bile degildi hani... Esimin iskenderi kotuydu, kunefeyi de ne demeyi beyaz tatlimtirak bir sosa bularsin bilmiyorum... Yani Endonezya'da biriktirdigimiz turk yemegi ozlemi kabus oldu cikti... Gitmeyin bos verin, ben size super bir alternatif suncam yarinki yazimda, onu dikkate alin!!

Bu kazikla son veriyorum yazima, eksi tadi sizde alin diye :p




23 Ağustos 2011 Salı

Sinema çılgınlığı

Semarang'da yapacak çok şey olmayınca biz de her hafta sonu film güzel olsun olmasın sinemaya gitmeyi adet edindik. Gerçi Türkiye'de de birer sinema canavarıydık ama burada biraz da "elimiz mahkum" durumu da var.

Yalnız burada sinema ile ilgili söylemem gereken bir kaç şey var. Birincisi filmler öyle diğer ülkelerle aynı anda gelmiyor çoğunlukta.. Hatta Jakarta-Semarang hattında bile aksama var diyebilirim. Bir de "her cuma yeni film gelir kesin" düşüncesi burada anlamını yitiriyor. Keza ne zaman neye göre film seansı ayarladıkları meçhul...
Ayrıca film sektörü ile Endonezya hükümeti arasında çeşitli anlaşmazlıklar da büyük yapımların bu ülkede yayınlanmasını engelliyor. Bir ara film seanslarını da azalttılar ve de eski filmleri getirdiler. Nedeni vergiler. Hükümet çok yüklü vergi isteyince firmalar film getiremez oldular. Bu tabii ilk versiyon. İkinci versiyon, büyük film yapım şirketleri Endonezya'da sadece bir sinema grubu ile anlaşma yaptıkları için, filmler sadece o sinemalara geliyor. Yani o grup tekeli elinde tutuyor. Haliyle diğer sinema grupları isyan ettiler. Hükümet uyardı. Uyarısı dikkate alınmayınca, film yapımcılarına büyük vergi uygulaması getirdi ceza olarak. İşte bu da ikinci versiyon.
Nedeni ne olursa olsun sonucu asıl ceza olarak halk çekiyor...

Bu arada Semarang'da toplamda üç adet sinema var. 2 tanesi aynı gruba ait (işte o tekelin sahibi) ve en büyük iki alışveriş merkezinde yer alıyor, 3.sü ise bir plazada yer alıyor. Biz hep aynısına gidiyoruz, şehrin en modern alışveriş merkezindeki sinemaya. Salonları güzel Türkiye'deki gibi. 3D filmleri de ağırlayabiliyorlar.
Şimdi gelelim kültür-sinema ilişkisine. Türkiye'de (mutlaka denk gelmişsinizdir) geç gelenlere komik bir orangutan görüntüsüyle uyarı veriyorlar. Burada  ise uyarılar, sessizlik, cep telefonu ve deeee... "koltukların üzerine ayaklarınızı koymayınız" şeklinde! Tuhaf geldi ilk gördüğümüzde ama nedeni hemen anlaşılıyor. Şimdi yılın tüm ayları sıcak olan bu ülkede herkes açık ayakkabı, hatta terlik, hatta en basit haliyle, parmak arası terlik giyiyor. Haliyle ayağından çıkarmak kolay. Eeee görgü de çok olmayınca ayaklarını önlerindeki koltuğa atmakta sakınca görmüyorlar. Sanki yarı yarıya yere değen o ayakları temizmiş gibi (ıslak zemine bir bastıklarını görürseniz çıplak ayakla, ne demek istediğimi anlarsınız) koltuğun üstüne abanıyorlar.
Bu arada Asya'daki cep telefonu çılgınlığı sinemada sona ermiyor. Her filmde mutlaka (kendince sessizce) telefonda konuşan veya telefonunun sesini açık tutan (unutan demiyorum dikkat ederseniz) bulunuyor.
Kültür kısmında devam edelim. Bol kanlı bir korku filmine 3-5 yaşındaki çocuğu ve bakıcısı ile gelenler oluyor. Ama tabii daha büyük çocukları olanlar da oluyor. Mesela en az bir +15 filmine (korku unsurları dolayısıyla) 10 yaşındaki büüyyyüüüük (!) çocuklarıyla gelenler de var.
Son olarak her filmde, ama her filmde mutlaka, olan bir şeyden bahsedeyim: seans başladıktan 30 hatta 45 dakika bile (!) sonra gelenler. Yahu filmin neresinden tutup da izliceksiniz??? ama işte oluyor...

Neyse bir süredir film getirmeyen bu endüstri, iki hafta önce Hayri Pıtırcık'ın filmini getirdi. Ben de güya rahat rahat bileti alacaktım. Sinemaya bir gittim, feci bir kuyruk beni bekliyor. Ben de rahattım, nasılsa saat daha 2 ve ben de akşamki son seansa (9 seansı) bilet alacaktım. İki saatin sonunda ertesi güne bilet alabildim sadece;))

(Bu kısma kuyruğun görsel kanıtını koyacaktım ama fotoğraf yüklemekte yine sorun yaşıyorum... :((

Tamam dedim bu Hayri Pıtırcık durumu. Bir sonraki hafta gelen Transformers 3 filmine o kadar ilgi olmaz.. Saat yine 2, ve ben akşamki son seansa, eşim ile farklı sıralarda ve en kenarda ancak yer bulabildim. zaten kalan son 3 koltuğun ikisini almıştım.
Geçtiğimiz hafta da Kung Fu Panda vardı. Neyse ki bu defa baktık kredi kartı ile satın alınan kısımda daha az sıra var oraya girdik, ve yine en son seansa en kenarda bir yerde yer bulduk.

İşte bu kadarlık bir sinema keyfimiz var...

31 Temmuz 2011 Pazar

Ve işte görkemli Borobudur!!!

Jogjakarta yolcuğumuzun devamında daha önce de söylediğim gibi Borobudur vardı. Borobudur bundan birkaç ay öncesinde kendi tapınağının güzelliği ile değil de, yakınında bulunan ve kendisine de zarar veren Merapi Volkanıyla anılmıştı.
Merapi'den yayılan kül bulutu Borobudur'u da kaplamış, ve onun ziyarete bir süre kapatılmasına neden olmuştu. Merapi'nin faaliyetlerinin azalması ve tapınağın temizlenmesi oldukça uzun sürdü, ama şükür, şu an bir şey yok.

Borobudur'a giden yolda, aylar önce yaşanmış ve yüzlerce kişinin ölümü ile yüzbinlerce kişinin yerinden olmasına neden olan bu felaketin hala izleri duruyor.
Bu fotoğraf ana yoldan çekildi.
Biraz daha yaklaşınca gördüğümüz manzara buydu.
İnsanoğlu her zarardan bir çıkar sağlamayı bilmiş. Volkanik faaliyetlerden geriye kalan küller ve taşlar evlere duvar, heykellere hammadde, dolayısıyla da halka gelir sağlıyor.


Yolumuza devam edelim ve güzelliklere dönelim.. Borobudur Jogjakarta'ya yaklaşık bir saat mesafede bulunuyor. Prambanan'ın aksine Hindu değil, Budist tapınağı. 9. yy'da inşaa edilmiş. Buda'ya adanmış bir tapınak, ancak günümüzde de halen hac yeri görevi görüyor. Gökyüzünden bakılınca aslında bir kare oluşturuyor. Her bir kenarı yaklaşık 113m. Toplam 4 ana katı var. Son katı ise, kendi içinde 3 kattan oluşuyor (oraya çıkmak yasak) ve burada 'stupa'lar (kubbemsi bir yapı). En üstteki 'stupa'nın içinde bir Buda var.
Son bir hatırlatma, Borobudur dünyanın en büyük Budist tapınağı ve UNESCO'nun Dünya Miras Listesi'nde yer alıyor.

Bu arada girişte bizlere sarong veriyorlar (uzun bir şal) belimizden aşağısına balıyoruz, ve açıkta kalan bacaklarımızı örtüyor. Bu olmadan giremiyoruz içeri.

Haydi girelim artık ve görelim neymiş bu tapınağın özelliği...

Ana girişten görünen ilk hali bu . Gerçekten de büyük olduğunu şimdiden anlayabiliyoruz.
Bolca merdiven var, gördüğünüz gibi. Bu arada tapınağın taşları da yine volkanik taşlar.
Duvarların hepsinde rölyefler var. Çoğunluğu Buda'nın hayatını anlatıyor.

Katların hepsinin etrafını gezebiliyorsunuz, ve aynı merdivenden bir üst kata çıkıyorsunuz.
Hala arkamdan takip edenler var mı merak etmiştim;))
Bu da bizim Buda! (Oooofff çok kötü espriydi. Kendimden utandım ama şimdi ;S)
Toplamda kaç tane Buda vardı acaba?..  Galiba 500 küsür tane vardı ama emin değilim.
Vardır bu ellerin de bir hikmeti deyip ben de yaptım;)
Burası son kat. Arkada gördükleriniz 'stupa'lar. Birisinin kubbesi kaldırıldığı için, içerisindeki Buda görülüyor. bunun ilk inşaa esnasında mı böyle yapıldığı yoksa sonradan mı eklendiği bilinmiyor.
Biraz daha geriden bu stupaların büyüklüğünü daha iyi anlarsınız.
Bir ara etrafımız çocuklarla çevrildi. Jepara şehrinin bir okulundan geliyorlarmış. İngilizce ödevi olarak da öğretmenleri ellerine bir küçük soru-cevap kağıdı vermiş ve gördükleri yabancılarla konuşmalarını söylemiş. Bunlar küçük gruplar halinde dolaştıkları için, her defasında yakalandık ve tekrar tekrar aynı konuşmayı yaptık. Ama çok şekerlerdi. Tabii Asya'da var olan fotoğraf çılgınlığı onlarda da vardı. Bir günlüğüne "artiz" de olduk bee;))
Bir ara taktım kafayı bu aslanla fotoğraf çektireceğim diye. Ve başardım;) (etrafta çok sayıda insan olunca, fonda başka bir turist olmadan bir fotoğraf çekmek bazen imkansızlaşıyor)
O gün Buda naptıysa ben de yaptım. Eee manzara güzel olunca, arkamızı dönüverdik sizlere;)
Bitmek üzere turumuz, son fotoğraflar artık...
Aşağı indik nihayet...


Bu fotoğrafın üzerine tıklayıp büyütmenizi tavsiye ediyorum. Eşim cep telefonundan çekti. Cep telefonunda panoramik görüntü çekmeyi sağlayan bir uygulama var. Böylelikle 360 derecelik görüntüler veya çok büyük bir yapının tek fotoğrafta bir bütün olarak çekilmesini sağlıyor.
İşte bu fotoğrafta bir bütün olarak Borobudur tapınağını görebilirsiniz.

Dönüş yolu göründü bize, haydi hoşçakalın!!!!