7 Ekim 2011 Cuma

Hadi Malezya'ya dönelim artık;)

Kısa bir Endonezya molası verdikten sonra tekrar Malezya yazıma devam ediyorum. Kuş parkını gezmiştik güneşin arnında, de mi?

Oradan çıktığımız gibi, taksiye atlayıp çok da uzağında olmayan Bağımsızlık meydanına (Merdeka Square) gittik.
Kocaman çimenlik bir alanda bir direk var, ve tabii o direkte dalgalanan Malezya bayrağı.

Bu alanın arkasında, sömürge döneminde İngilizlerin gittiği bir kafe vardı. Artık kullanılmıyor galiba. Binanın da zaten çok görsel bir yönü yoktu, bu nedenle fotoğrafını çekmedik.
Bir de küçük bir bilgi daha; bu alan İngilizlerin kriket oyunlarını seyrettiği yerdi.

Bu alanın önündeyse, çok güzel bir yapı var: Sultan Abdul Samed binası. Şu an Kültür Bakanlığının ofislerini barındırıyor. İnşaatı 1897'de, yani hala İngiliz sömürgeciliği varlığını korurken, tamamlandı.


Binanın merkezinde saat kulesi var. Ama asıl hoşuma giden aralıklı olarak yapılan, döner merdivenli kuleleri. Oldukça estetik bir yapı, ve tatil öncesi bomboş bir yol... Fotoğraf çekmek için daha ne isteyelim;))








Binanın içine girmek mümkün olmadı maalesef. Dışarıdan öylece baktık ve yürüyerek yakınında bulunan başka "turistik" bir yerine gittik: Masjid Jamek, Camek Camisi.






Bir vardık ki, namaz saati diye (ki namaz saatini geçen bir saat da hala namaz saati olarak kabul ediliyor) içeri almıyorlar. Baktık saate, 20 dakikamız var. Eeee ne yapalım, bekleyelim bari dedik, tekrar gelgit yapmaktansa. Bizimle birlikte birkaç turist daha vardı. Bu arada hani bekliyoruz da, ayakta ama, oturacak yer dahi yapmamışlar... Ama caminin avlusunda gölgede uzanıp uyuyan "müslümanları" seyrediyoruz güzelce.

Neyse sonunda saat geldi çattı, aldılar bizi avluya. (Tabii söylemeyi unuttum, bizi almadıkları yer caminin içerisi değil henüz, sadece avlusuna dahi giremiyoruz). Avlunun sağ girişinde de kıyafetler asılı. Çuval gibi lacivert pardösü, renklerinden şüphe ettiğim başörtüler var. Kıyafetimi gördünüz, açıkta bir şey yoktu (kollarım bile kapalıydı), vücuduma yapışan bir şey de yoktu, herhalde bir başörtü almak yeter diye düşündüm ama öyle olmadı, giydirdiler yine de pardösüyü.


Şimdi gelelim dil belasının insanı çileden çıkardığı noktaya. Dediğim gibi sadece avluya girebiliyoruz. Adam dedi ki, müslüman olmayanlar caminin içine giremezler. Eeee dedim "ben müslümanım". Adam demez mi, "öyleyse niye böyle giyiniyorsun". Şimdi bunu bahasa dilinde konuştuk, adamın ingilizcesi de yok, nasıl dicen şimdi adama "ulan kimsin sen de bana bu soruyu sorma hakkını kendinde görüyorsun. Rabbim dışında kime düşer böyle bir yargı-eleştiriye varmak???!!!" Bütün saflığımla ve kıytırıktan bahasamla "ama oruç da tutuyorum" dedim (alt yazı: Allah'ın belası adam, güneşin arnında, oruç oruç dikildik öyle, bir Allah'ın kulu gelip de şöyle gölgede bekleyin demedi, cehennemi bu dünyada senin gibi zebaniler yüzünden yaşıyoruz!!!) Ama     -.....- adam geri adım atmadı! Bana ne, günahı onun boynuna. Girseydim de bir dua etseydim fena mı olurdu?



Neyse, o kadar bekledikten sonra dıştan aptalca bir bina seyrettik işte...
Kurban olsunlar bizim Türklere ve bizim olağanüstü camilerimize ;p

Bütün hayal kırıklığımla gittik bugünlük son gezi yerimize: Petaling Street, Petaling sokağı.



Oraya da gitmeyin boşuna, tek görselliği panosu zaten;))) İçerisi tıklım tıklım karman çorman sahte eşya tezgahları. Eski Maltepe Pazarı gibi bişey işte..

İşte böyle.. O gün gördüğümüz tek güzel şey  Sultan Abdul Samed binasıydı, gerisi fasa fiso ;)

Hiç yorum yok: