30 Kasım 2010 Salı

Geliyor düğün alayı:)

Geçenlerde bir düğüne gittiğimizden bahsetmiştim sizlere. Bugün de boş olan komşu evin önünde hummalı bir çalışma var, yağmurdan korumak için yol ortasına direkler dikip, tente gerdiler. Galiba yine bir düğün hazırlığı ya da en azından özel bir gün...
Bu nedenle ben de bu konudan biraz bahsedeyim istedim. Yine fotoğraflarla destekleyeceğim sözlerimi ama bazırları eşimin cep telefonunda kayıtlı olduğundan, belki daha sonra ekleyeceğim.

Anlatmanın en kolay yolu, bizim gittiğimiz düğünden başlamak olur ve tabii ki davetiyeden..
Davetiyede evlenecek olan gençlerin fotoğraflarından oluşuyor sadece, fotoğraflar da bizimkilerden farklı değil hani, yine aynı fotomontaj, alakasız fonlar, leyla leylaaa bakışlar...
Çift hristiyan olduğundan, bir otelin şapelinde (ya da ona benzetmeye çalışmışlar) yapıldı. Maddi durumları iyi olan bir aile değildi. Bunların söylememin sebebi, düğün özellikleri etkilemesi...

Düğün yerinin girişinde (dışarıda) bizdeki ev düğünlerinde olan, kazan kazan yemekler vardı. Bir büfe modu vermişler.


Şapelin giriş kapısının hemen yanına ise, önünde oy sandığı duran iki bayan vardı:)) Tamam, tamam, oy sandığı değildi ama aynı görüntüde, bir zarf geçirecek büyüklükte bir açıklığı olan bir kutu idi. Bir de isim listesi var, isminizi yazıp, kimin nesi olduğunuzu belirtip,  parayı koyduğunuz zarfı kutuya atıyorsunuz. (Yaaa ama gerçekten de oy verme işlemine benzemiyor mu? ;)
Zarfı veren düdüğü çalar misali, size nikah hediyesi (şekeri diyemicem içinde şeker yok) veriyorlar. Fikir güzel: bir bardak, üzerinde çizgi kahramanı gibi kadın ve erkek, doğum tarihleri ve ilişkilerinin önemli tarihleri.




















Haydi girdik şapelden içeri... Gelin ve damat sahnenin üzerinde durup, tebrikleri kabul ediyor ve fotoğraf çektiriyor. Diğer misafirler ise, sandalyelelere tünemiş, yemek yiyor..


Damatta beyaz eldivenler var. Sanırım burada adet, çünkü otelde kaldığımız günlerde evlenen bir çift görmüştük, damatta da yine aynı beyaz eldiven vardı.
Kıyafetlere gelince, erkekler genellikle batik gömlekler ya da bildiğimiz takım elbise giyiyorlar, kadınlar ise daha bir ilgi çekici...

Kadınların allı pullu (bol bol pullu;) elbiseleri ya da ikili takımları oluyor. Olay şu, içlerine askılı bir bodi, üstüne uzun, vücudu saran, transparan ama olduça renkli bir kumaştan bir gömlek (ki üzerinde bol bol işleme ve parıldamasını sağlayan pullar var), altına ise kendi batik kumaşlarından düz, dar ve uzun bir etek.

Başka bir yerde çektiğim şu resimde birebir görebilirsiniz ne demek istediğimi..


Her  neyse dönelim kendi düğünümüze. Düğün davetiyeden anladığımız kadarıyla iki parçadan oluşuyor, bir kız tarafı, bir oğlan tarafı. Biz öğlen giderek oğlan tarafına denk gelmiş olduk. Kayınvalide sürmüş de sürmüş pudrayı. Hemen bir parantez ile belirteyim ki, burada beyaz olmak güzelliğin simgesi, cilt temizleyicisinden çok beyazlatıcısını bulursunuz kozmetik olarak ve her güzellik salonu bunu vaad eder sizlere özel spalar ile.
Neyse saçı asıl ilgimi çekti bayanın, daha önce de farketmiştim bunu, belirli yaştaki kadınlar özel günlerde kalıp gibi duran garip bir saç kabartma olayına giriyorlar. Çaktırmadan kayınvalidenin arkasından da çekmeye çalıştım sizlere gösterebilmek için..





Şimdilik burada bir son vereyim yazıma... elektrikler yok ve laptopun şarjı bittiiiiiii....

23 Kasım 2010 Salı

Masallar çocukların uyumasına, yetişkinlerin ise uyanmasına yardımcı olur...

Bu sözle başlamak istedim bugün.. Bana ait değil, Jorge Bucay adlı bir yazar-psikiyatr'ın kitabını okuyorum şu an. Baktım D&R sayfasına, galiba bu kitabı Türkçe'ye de çevrilmiş (ben Fransızcasını okuyorum şu an). Türkçe ismi "Düşündürücü Hikayeler". Bu şekilde bir ismi olan bir kitabı almazdım, çünkü sıkıcı geleceğine inanırdım. İyi ki Fransızcası çarpmış gözüme ilk önce de, bu güzel kitaptan mahrum kalmadım.
Fransızca adı "Ben bugün, gün doğumunda doğdum".

Bu kitaptan neden mi bahsediyorum?.. Çünkü bugünkü yazım bu kitaptan alıntı bir hikaye olacak. Okuduğum an içimde bir heyecan kaplayan bir hikaye: Araştırmacının hikayesi. Size çevirisini yapıyorum. Yazarın uslübünü vermeye de çalışacağım, umarım beğenirsiniz...

"Bu hikaye, araştırmacı olan nitelendirebileceğim bir adamın hikayesi...
Araştırmacı arayan kişidir, ama bu, illaki buluyor anlamına gelmiyor.
Hatta, ne aradığını bilen kişi anlamına da gelmiyor. Sadece hayatı bir arayış olan kişidir.

Bir gün, bu araştırmacı Kammir kentine gitmesi gerektiğini hisseder. Kendisinin de bilmediği bir yerden gelen bu hisleri dikkate almayı öğrenmişti. Böylelikle, herşeyi terk edip yola çıktı.

Tozlu yollarda geçen iki günlük yürüyüşün sonunda, Kammir'i gördü ufukta. Şehre girmeden hemen önce, yolun sağ tarafında yer alan bir ova* dikkatini fazlasıyla çekti. Mükemmel derecede yeşil olan bu ova, ağaçlarla, çiçeklerle, şakıyan kuşlarla kaplıydı ve cilalı ahşaptan yapılma ufak bir çit ile çevrilmişti.

Bakırdan* yapılmış küçük bir kapı onu sanki içeriye davet ediyordu.

Bir an şehri unutmuş gibiydi ve bu yerde dinlenme isteğine yenildi.

Araştırmacı küçük kapıdan geçip, ağaçların arasında rastgele serpiştirilmiş gibi görünen beyaz taşların arasından yavaş yavaş ilerledi.
Binbir renge boyanmış bu cennetin her bir küçük ayrıntısına gezdirdi gözlerini, tıpkı bir kelebek gibi...

Gözleri bir araştırmacının gözleriydi ve belki de bu nedenle, taşlardan birinin üzerinde şu yazıyı fark etti:
                                                                   Abdul Tareg, 8 yıl,
                                                         6 ay 2 hafta ve 3 gün yaşadı

Bu taşın herhangi bir taş olmadığını fark ederek irkildi: bu bir mezar taşıydı.
Bu kadar küçük bir çocuğun burada yatıyor olma düşüncesi onda derin bir üzüntüye neden oldu.

Etrafına bakınca, yandaki taşda da benzer bir yazı olduğunu fark etti. Okuyabilmek için yaklaştı:
                                                                   Yamar Kalib, 5 yıl
                                                                8 ay ve 3 hafta yaşadı

Araştırmacı korkunç bir keder ile kaplandığını hissetti.
Bu muhteşem yer aslında bir mezarlık idi, ve her bir taş, bir mezar...

Birer birer, bütün taşları okumaya karar verdi.
Hepsinde benzer yazılar vardı: bir isim ve mehrumun tam yaşam süresi.

Ama asıl onu dehşete düşüren şey, en uzun yaşayanın  ancak on bir yaşında olduğunu fark etmek idi... Bu büyük acı altında ezilen adam yere yığıldı ve ağlamaya başladı.

Oradan geçen mezarlık bekçisi yanına yaklaştı. Bir süre sessizce onu izledi, sonra ise ailenin bir ferdi için mi ağladığını sordu.
"Hayır, hiç bir aile ferdi, dedi araştırmacı. Ama neler oluyor bu topluma? Bu şehirde nedir meydana gelen bu kadar korkunç şey? Neden bunca mehrum çocuk bu yerde yatıyor? Bu insanların üzerindeki korkunç lanet nedir ki, onları bir çocuk mezarlığı inşa etmeye zorladı?!!"

Yaşlı adam gülümsedi:
"Sakin olun. Hiç bir lanet yok. Olan şu; bizde eski bir adet vardır. Size anlatacağım...
Bir çocuk 15 yaşına girdiğinde ailesi ona, boynumda asılı olan bu küçük defter gibi bir defter hediye ediyor. O andan itibaren, bir şeyden müthiş bir haz aldığımızda, bu defteri açmak ve örneğin şöyle bir not yazmak adettendir:
sol tarafa; bu mutluluğa neden olan şey,
sağ tarafa; bu mutluluğun ne kadar sürdüğü

"Sevgilisi ile ilk karşılaşması ve ona aşık olması. Bu engin tutku ve onu tanıma zevki ne kadar sürdü? Bir hafta, iki veya üç bucuk hafta?...
Sonra ilk busenin heyecanı, o ilk öpücüğün muhteşem zevki ne kadar sürdü? Öpüşmenin bir buçuk dakikası kadar mı, yoksa iki gün mü, bir hafta mı?
Peki eşinin hamileliği, ilk çocuğunun doğuşu?
Ya arkadaşlarının düğünü? en çok istenilen seyahatin gerçekleşmesi?
Ya da uzak bir diyardan dönen bir kardeşi görmek?
Bütün bu durumlardan doğan mutluluk ne kadar sürdü? Saatlerce mi, günlerce mi?...

Böylelikle bu deftere, haz aldığımız her anı yavaş yavaş yazıyoruz... her anı...

Ve biri öldüğünde, bu defteri açmak adetimizdir. Mezarına yazmak için mutlu anlarının toplamını hesaplıyoruz. Çünkü bizim için, bu anlar gerçekte yaşanan TEK andır".




* Çeviriyi uygun hale getirmek için bir iki değişiklik yaptım...

16 Kasım 2010 Salı

Bir bayram daha geldi çattı..

Bugün aslında geçen pazar gittiğimiz bir düğünden ve burdaki adetlerden bahsedecektim ama orda bayram iken, o telaşta kim napsın düğünü dedim..

Sizler bugün bayramı kutluyorsunuz, biz ise bunun için bir gün daha beklememiz gerekiyor. Bizde bayram çarşamba günü.

Bu arada sizde bayram 3 gün iken, bizde 1 gün. Yetmedi bir de 9 gün tatile döktünüz olayı, bizde hala tek bir gün tatil.

Bu bayram bize değil, size bayram yahu!!!  :))

Türkiye'de alışık olduğumuz, ortalıkta kurbanlıklar görme olayı, burda da var. Ama bizdeki koyun popülasyonunun yerini, keçi alıyor burda ;)

Duydum ki Türkiye'de kurban fiyatları başını alıp gitmiş (bu gidişle sadece bayramda et yiyen vatandaşlara, "ekmeği kemik suyuna batır da ye" (tabii kemiği de bulabilirsen) denilecek).
Burda fiyatları bilmiyorum ama çok pahalı değildi duyduğum kadarıyla.
Aileler sabah hep birlikte (kadın-erkek) camiiye gidip, sonra kurban kesip, aynı bizdeki gibi aile ziyaretlerine gidiyormuş..

Hımmm bu arada, ülkedeki din çeşitliliği nedeniyle, Hristiyan, Budist vs, tatilleri de resmi tatilden geçiyormuş. Mesela Çin yeni yılı da resmi tatil imiş..

Neyse hadi sizleri çok tutmayım bilgisayar başında.

Hepinize keyifli, huzur dolu, sağlıkla geçen, bir bayram diliyorum!!!

Not: belki yarınki bayram kutlamasından ilginç birşeyler bulursam bu sayfaya dahil ederim..

11 Kasım 2010 Perşembe

Gülmek yakışır insana...

Gülmek her insana yakışan tek ruh halidir herhalde..

Ben de kendimce komik bulduğum (gerçi o an gülsem mi ağlasam mı bilemedim ama...) bir durumdan bahsedeyim.
Evde oturduğumuz için haşerelere karşı ilaçlama talep etmiştik. Böceklere karşı evin her köşesinde böcek yemi koyup, bir de fıs fıs bir makine ile duvarları taradılar. Şimdi her ay gelip kontrol için tekrar yem bırakıp, ilaçlama yapıyorlar.

Pazartesi geldi adam. Filimlerdeki tulum var üzerinde bir de siyah kaba postaller. İçeri girebilirmiyim dedi adam, tamam dedim. Dememle, adam yere oturdu kapının önündeki basamaklara, başladı postalleri çıkarmak için bağcıklarını birbir çözmeye, yetmedi çoraplarını da çıkarttı, sonra kalktı ayağa, arabaya kadar yürüdü, böcek ilacını aldı ve eve girdi (!!!!). Şaşkın gözlerle adamı seyrettim... Nası yani, şaka mı bu, biri kameraya mı çekiyor yahu??
Adam ev kirlenmesin güya diye, çoraplarına kadar çıkarttı ve sonra gayet normal bir iş yapıyormuş gibi yalın ayak yola yürüyüp, arabadan ilacı aldı ve yine aynı rahat haliyle girdi evin içinde ilaçlama yaptı! :))
Valla anlayamıyorum bu milleti...

Neyse geçelim ikinci ilginç duruma.
Otelde iken, insanların valizlerinin arasında yastıklar görmüştük. Basbayağı evde kullanılan kılıflar ile yatak yastığı.. Hem de sadece bir ailede de değil, bir kaç ailede. Fotoğrafını bir türlü çekemedim ama bu konuda yeni bir şey öğrendim. Hani rulo yastıklar vardır yaa, kendi yastığımızı yükseltmek ya da bazen sadece süs diye yatağın üzerine konulur...


İşte bu yastıkları, Endonezyalılar yatağın ortasına, uzunlamasına koyup da uyuyorlarmış, ve ona sarılıyorlarmış geceleri !!! Ve daha da önemlisi, eğer evli ise, iki tane konuluyormuş, her birine bir tane :))) Bana bu anlatan kişiye dedim ki, " Bu yatağı daraltmıyor mu yani?" (Düşünsenize eşiniz ile sizin aranızda bir de değil, iki rulo yastık uzunlamasına, tam bir aile planlama yöntemi gibi ;))
Valla durumun vehametini devamında söylediği şu sözlerle anladım: "İnsanlar çocukluktan itibaren yastıklarına alışıyorlar. Kimileri yıllarca yastık değiştirmez (ki bu oteldeki durumu açıklıyor) veya onsuz uyuyamaz. Mesela benim arkadaşım çocuğu ile birlikte yurt dışına gitti. Orda çocuğun yastığını unuttu. Çocuğu geceleri hiç uyuyamadı".
Yaaa daha kim bilir ne adetler vardır bilmediğimiz...

Son olarak da burayla ilgili değil ama arkadaşımdan edindiğim ve hala her aklıma geldiğinde güldüğüm bir fıkra ile son vereyim. Paylaşmazsam çatlarım ;)

Din dersinde:
Öğretmen yeni başladığı sınıfında öğrenciyi kaldırmış.
-Adın ne senin evladım?
- Kevser öğretmenim
- Ne güzel isim, Oku bakalım kevser suresini..
Öğrenci sureyi ezbere okumuş
- Aferin evladım, ağzına sağlık..
- Senin adın ne evladım?
- Fatih öğretmenim..
- Çok güzel isim, oku bakalım fatiha suresini... demiş,
Öğrenci ezbere okumuş.
- Aferin evladım, ağzına sağlık..
Öğretmen bir de bakmış, bir çocuk masanın altına saklanmaya çalışıyor.
- Evladım kalk bakayım, adın ne senin?.. demiş..
- Yasin öğretmenim, ama arkadaşlar bana kısaca Süphaneke derler :))


Güzeldi değil mi? Hadi son bir foto bugünlük...


Bu fotoğrafı lokantanın birindeki tuvalette çektim.
Eeee "bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp" mantığının görsel tanığı:))


9 Kasım 2010 Salı

Doğu Timor... yine yeniden:)

Doğu Timor ile ilgili görmenizi istediğim fotoğraflarım var demiştim. Bunlar aslında Birleşmiş Milletler adına, Fransız (ya da Belçika mıydı?) asıllı bir fotoğrafçı tarafından hazırlanan değişik konseptli bir fotoğraf sergisi.
Amaç ülke ile ilgili yapılanları bu defa sadece yabancı kesime değil, kendi vatandaşlarına da sunmak..

İşte böylelikle bu küpler oluştu...





Küpler sahil boyunca sıralanmış, herkesin görebileceği yerde(herhangi bir ödeme yapmadan). Küpün 5 duvarı da aslında poster kağıdına benzer bir kağıda bastırılılmış fotoğraflar... Tek kötü yön, biraz büyük olan küplerin üst tarafında yer alan fotoğrafı görmekte zorlanmamız... (nitekim bir kaç fotoğrafı böylelikle es geçmiş olduk... boyum yetişmedi :))










Fotoğraflar Doğu Timor manzarasından çok, insanı üzerine yoğunlaşmış... Gündüz de gelip bakılabilir, ama akşam içten ışıklandırma ile daha bir güzeldi...













Fotoğraflardaki renk, bu bölge insanınına renklere olan düşkünlüğünün açık bir kanıtı...









Bu çift evlilik aşamasında... Geleneksel kıyafetler içindeler...











Bu fotoğrafta da yanılmıyorsam savaş hazırlığındaki biri...










İşte böyle...

Doğu Timor'u başkaların gözünden çekilen fotoğraflarla tanıtayım dedim bu defa...


8 Kasım 2010 Pazartesi

Doğa ve spa...

Doğu Timor ile ilgili bende kalan ve görmenizi isteyeceğim bir kaç fotoğrafı daha uygun bir zamana bırakmaya karar verdim.
Hafta sonu için kendimizi şımartalım dedik ve Semarang şehrinde turistler ve yerliler arasında adı sıkça geçen ve mutlaka bi "gittiniz mi?" sorusuna neden olan Susan Spa and Resort'a gitmeye karar verdik.
Rezervasyonu bir gün öncesinden yaptırabildik ve son kalan 2 odadan birini kaptık.
Susan Spa Bandungan şehrinde bulunuyor. Araba ile 1 saatten az biraz fazla sürüyor, bunun nedeni de aslında mesafe değil, yine yollar, motosikletlerle çilekeş hale gelmiş trafik ve son olarak dağın yukarılarına doğru çıkarken daralan ve aynı anda iki araca zar zor yer veren dik yokuşlar. Aslında 30-40 km bir yol.

Susan Spa büyük bir dağ kitlesinin tepesine yakın yerde duruyor. Muhteşem bir manzarası, tertemiz bir dağ havası ve serinleten sisleriyle oldukça rahatlatıcı bir yer. Bu arada biz taksi çağırdık gitmek için ve sadece 100.000 Rp gibi bir meblağ ödedik, hatta 90 küsür. Yani 17TL'yi bile bulmuyor buraya yolculuk.
İşte otelimiz, bahçesinden görülen hali ile...


Odaları bayağı büyük, ki biz standard oda konumunda sayılan Superior oda grubundan seçtik. Onun dışında villa tarzı veya suitler var. Yanılmıyorsam sadece konaklama + kahvaltı 850.000 Rp idi. İşte odamız...


Bunlar genel manzara durumları, hani bilginiz olsun diye... Ama asıl burayı güzel kılan kısımlara girelim yavaş yavaş... Mesela spasından bahsedelim, malum adında var, eee biz de deneyelim değil mi?



İlk olarak bu gördüğünüz odaya alıp, ayaklarınızı içinde çer çöp (valla öyle) bir de limon olan sıcak bir suda yıkıyorlar çok kısa bir masaj ile.
Sonra odaya geçtik. Bizimkisi çiftler için ayrılan oda... Manzara olağanüstü...














Yine komple spa yaptırdık ama artı olarak kulaklarla ilgili bir masaj istedik.
 
Daha önce, alışveriş merkezinde görmüştük buna benzer bir şeyi, yani uzanan ve yan yatan kişilerin kulağında mum yakma olayını, ama hiç denememiştik (biraz da korkudan, takdir edersiniz ki ürkütücü...).
Ancak bunların mumları damlamıyormuş, özelmiş ve bir çeşit güvenlik sistemi varmış yakmamak için. Bu arada ne işe yarıyor diye soranlara cevap; (onların yalancısıyım ama) kulağı temizliyor, migrene iyi geliyor, uykuyu düzenliyor vs....
İşte bize deneyin diyen pankart (yaptırırken maalesef fotoğraf çektiremedik...). Bir taraftan mumu tutarken, diğer eliyle de kadın göz, alın ve burun bölgesinde çeşitli baskılar yapıp masaj uyguladı. Her iki kulak toplamda 20 dakika sürdü. Gerçi en komik yönü iş bittikten sonra mumu yarıp, içinde güya kulağımızdan çıkan kiri gösterdiler ("yuuuuhhh ne kadar çok, o kadar temizliyorum her banyoda, abartıyorlar yahuuuu, kendileri koydular bunu içine kesin, ne alaka canım", ve buna benzer kendimce bahaneler uydururarak izledim ;))
Masaj yine o süper manzaralı banyo ile bitti...


Manzara demişken, oteli harika kılan ortamdan bahsedeyim. Bu arada bu dağdaki tek otel değil, hatta dağın yoluna ilk girdiğimiz andan, en son bu otele varana kadar 10'larca otel-motel yeri var. Hepsinin sunduğu kul işi değil, Rabbimin işi olan doğa güzelliği...

İşte odamızdan görünen o manzara...


Bahçesinde mini golf sahası var. Bizim şansımıza (!) o gün bir grup geldi ve sabahın 6'sında mikrofon ile bağırmak suretiyle spor yaptılar. Bittikten sonra son kalanlar Capoeira antrenmanı yapıyorlardı..

Bahçede bir de maymunları var. Yaaa her baktığımda gülerim bu hayvanlara, çok komikler doğrusu... (ve de korkunç derecede insan tipli)


Fotoğraflardan birinde garip şekilli beyaz bir bina var. Orası otelin inşa ettiği ve yeni faaliyete geçen, düğünler için özel ayrılan kilise.
İşte afişi ve bizim fotoğraflarımız.. Rüyaların düğünü gibi bir şey vaat ediyor...




































Güzel manzarada romantik bir düğün Hristiyanlar için... Bana sorarsanız, içindeki haçı çıkarınca, başka dinin mensuplarına da uygun hale hemencecik gelir... Manzarası çok güzel ve akşam ışıklandırılması ile daha da güzelleşiyor...











Bu arada otelin bahçesinde gül yetiştiriyorlardı. Semerang'da bulamazsınız pek fazla çünkü çok sıcak, ama bu dağlık alan onlara verimli toprağını sunuyor..



Son olarak belgesel niteliğinde bir fotoğraf: bir örümcek... ama oldukça garip... ve garip şekilde güzel... (Güzel kelimesini ne kadar farklı kavramlarla kullanıyoruz değil mi?.. acaba gerçekten de hepsi güzel mi.. manzaraya güzel mi demek gerekir... ya da güllere... ya da bu örümceğe...)


2 Kasım 2010 Salı

Doğu Timor: bölüm 2 :)

Evvveeet dün bahsetmeye başlamıştım Doğu Timor maceramızdan. Bugün devam edeyim ve adaya gitmemizin en önemli ikinci sebebini de aktarayım: 29 Ekim günü Doğu Timor'daki Türk polisinin madalya törenine katılmak.




Bu vesile ile Türkiye'den Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ile Emniyet Gnl. Mdrlğ Dış İlişkiler Başkanı başkanlığında bir heyet geldi. Madalya töreninin hazırlıkları sabahtan başladı...





















Adadaki yabancı kontenjan komutanları ile yetkililer de hazır bulundular törende. Orada görev yapan değerli arkadaşlarımıza madalya takdim edildi ve Kafkas dans gösterisi dahi yapıldı. Keyifli bir akşam oldu genel anlamda.

Ertesi gün Doğu Timor'un en önemli yapıtı Christorei'ye gittik. Adından anlaşılabilir, Hazreti İsa'nın dünya üzerinde bir heykeli bu. Söylentiye göre, adanın bu yüksek yerinde bulunan heykelden dünyada sadece 3 tane varmış, diğer ikisi Portekiz de ve Brezilya'da, ayrıca her birinin yönü birbirlerine dönükmüş.... (Ne kadar doğru bilemiyorum..)

Heykelin bulunduğu noktaya ulaşmak için yüzlerce basamak var ve ara ara Hazreti İsa'nın "çarmıha gerilişinin" bölüm bölüm tasvirini yapan rölyefler var.






















Bir adet TRT fotosu çektirmeden olmaz ama değil mi? ;))

















Yolun yarısında son tasvir ile bir haç bulunuyor. Ondan sonraki merdivenler daha dik ama manzara muhteşem oluyor...
Denizin mavisi ile orman yeşili kontrast yaratıyor..








Sağdaki fotoğraf heykelin bulunduğu yamaçın arkası. Önü ise soldaki fotoğrafta...



Çıka çıka vardık heykele... (Acep ben de yarı hacı sayılırmıyım ? :P)








Alttaki fotoğrafı bizzat çektim. Çok hoşuma gitti, sanki heykelin üzerinde özellikle bir ışık varmış gibi...












Doğanın bize sunduğu güzelliklere dönelim tekrar...











İşte böyle... Aslında başka fotoğraflar da var ama yükleme işi gerçekten de çççooooookkk uzun sürüyor (belki yarın diğer fotoları eklerim vaktim olursa...).
Bu arada Doğu Timor'da bizleri ağırlayan (Bahadır Abi, Erkin Abi ve Hakan Abi başta olmak üzere) tüm arkadaşlara teşekkür etmek istiyorum.
Ve son olarak Bali havaalanında okuyunca "şu dil ne biçim melet, nereye çekersen çek" dedirten bir görüntü ile noktalayım.