Geri döndüüüümmm... Nerden mi? Vasat ruh halimden diyebilirim... Geçen hafta çok da istediğimiz gibi geçmemişti. Kiralamak için tamam dediğimiz evin sahibi son dakka golü ile bize yepyeni (ve bol para içeren) isteklerle geldi. Nerdeyse evin iki katı parasını istemeye karar verdi bir anda. Tabii evden vazgeçtik biz de... ve yeniden ev arayışlarına girdik... ve de... bulduk!!! ve bu defa kesin hem de!! Evin boyanması falan başladı... Hatta ev sahibimiz ile dost olduk bir anda. Meğersem otelimizin tam karşısındaki büyük evde oturan müstakbel ev sahibimizmiş!!! Yaaa demek ki çok uzağa bakmamayı öğrenmek gerek ;)
Ev bir öncekinden küçük ama hala 3 odası var ve küçük de bir bahçesi. Sevimli genel anlamda.
Bu arada ev sahibimiz ile dost olduk derken, komple bir pazar gününü beraber geçirdik diye de eklemeliyim ama aşama aşama bahsedeyim bunlardan...
Ev sahibimiz ile cumartesi yolda karşılaştık, bizi eve buyur etti ve gördük ki dıştan muhteşem görünen evin içi fos... Şöyle ki ev...hımmm...boş diyebiliriz. Yani kocaman boşluklarla bir iki mobilya ve bol bol ıvır zıvır serpiştirilmiş. Evin içi bakımsız genel anlamda... Ama etrafta fazlasıyla hizmetçi var. Ev sahibimizin üç çocuğu ve çocuk yaşta iki çocuk bakıcısı var. Temizlikçisi, bahçıvanı, bir de şirketinin şoförlerini sayarsan 17 hizmetçisi varmış!! Yanlız bu ülkenin hizmetçileri bizimkiler gibi değil "Burayı yetiştiremedim abla, artık bir sonraki geldiğimde yaparım" diyen ve bu şekilde yarım iş yapıp bir de sonraki gelişini garantileyen hizmetçiler yok burada. Aile ile birlikte ama evin dışından girilen bir yerde yaşayıp, inanılmaz sinmiş durumdalar. Evdeki manzarayı şöyle tarif edeyim: Koltukta oturan 3-4 yaşında bir çocuk ve onun yanında kupkuru yerde (fayans üstünde, halı malı yok yani) oturan ve ona efendisiymiş gibi davranan 13-14 yaşında çocuk bakıcısı kız!!!
Neyse haydi geçeyim şimdilik bu kısmı. Biz demiştik ki şu ahşap mobilya cenneti şehri görmek istiyoruz, o da bizi götürmeyi teklif etti, ve ertesi gün, yani pazar günü, ben, eşim, o ve eşi, 3 çocuğu, iki çocuk bakıcısı, çıktık 2 saatlik yola. Aslında mesafe belki çok uzun değil ama yol berbat ve motosikletlilerin varlığı nedeniyle kesinlikle 60-70'in üzerinde hız yapamıyorsunuz.
Bu arada bizimkiler kahvaltı yapmamış, daha şehirden tam çıkmadan yemek molası verdik.
Girdiğimiz yer Padang şehrine ait yemekler yapıyormuş. Salaş bir yer ve doğrusu bu yemeklerin görüntüsü olarak diğerlerinden çok da farklı olduklarını hissetmedim. Ağzı açık şekilde kontuarda duruyorlar ve siz de tabağınıza kendiniz alabiliyorsunuz. Bir nevi açık büfe. Yanlız her defasında beni şaşırtan bir şey, her şeyi birbirlerine karıştırarak yemeleri. Yani kırmızı et, tavuk eti, yeşillik, sebze, pilav, her şey karman çorman olarak tabağa konulup bir de soslanıp yeniliyor.
İşte ev sahibimizin yemeği. Yeşillik pilav, koca bir parça tavuk ciğeri ve bolca soslanıp et olmaktan çıkmış bir kırmızı et kompostosu gibi bişey. Gene denedim, ve...yani kırmızı et acil durumlarda yenilebilir belki ama o ciğer var ya...Tövbe bismillah bir daha yemem!! (Rabbim sen aratma da onu gene de, büyük konuştuğum için de cezalandırıp yedirttirme de. Amin).
Bu arada yemek konusunda, küçük hizmetçiler (bana eskiden Türkiye'de var olan beslemeleri hatırlatıyorlar) ilk olarak çocuklara yemek yedirttip, kendilerine de yemek alındıysa, ancak vakitleri varsa oturuyorlar ve yiyorlar. İşte ailenin küçük fotosu...
Arkada gördüğünüz iki küçük kız çocuk bakıcıları. Yani çocuğa çocuk emanet ediyorlar burada ve bu onlara o kadar normal geliyor ki, şaşıyorum... Biz bişey yiyip içmedik ama zaten olsa da bu kızların önünde, onların canı çeke çeke yemek korkunç geliyor...
Neyse tekrar çıktık yola ve şehrin otogarının yanından geçtik.Nerde o bizdeki otobüs lüksü yaşatan firmalar, Varanlar Ulusoylar, nerde Koçlar, Hakiki Koçlar, Öz be Öz Hakiki Koçlar...
Burda birer çöplük misali dizili otobüsler. Hangisine binsem herhalde ilk aklıma gelen, gideceğim yere sağ salim varırsam kurban kesmek olur:))
Haydi devam edelim yolumuza çocuk çığlıkları arasında ve varalım kafamız şişmiş vaziyette Jepara adlı şehre. Şehir çok sevimli ve bana sorarsanız Semarang'dan daha düzenli ve temiz. Hatta yürüyebileceğiniz kaldırımı bile var!!!! (Burda nimet bu, size gırgır geliyordur tabii! Aahhh nerde o akşam yürüyüşü ile Tunalıdan Kızılaya vardığım eşsiz anlar...;)
Yol boyunca sağlı sollu ahşap mobilya imalat veya satış yerleri var. Gerçekten de şehir bunun üzerine kuruluymuş. Biz de girdik açık olan birkaç tükanın içine. Ne diyeyim, tek kelime ile muhteşem şeyler var. "Bunu istiyyoomm, bunu da istiyommm, hatta bunu da..." diyerek oyuncak tükanına girmiş küçük çocuk gibi hepsine saldırdım... Elbette ucuz değil, ama yine de Türkiye'den ve bu ülkenin mobilya satışını yapan Mudo'dan daha ucuz.
Bu atlardan oluşan dekoratif ahşap, tek bir ağaç parçasından heykel gibi yontularak yapılmış. İşçilik de mükemmel belirtmeliyim. Yani genel formlar verilip öylece bırakılmamış. En ince ayrıntı inanılmaz bir titizlikle yapılmış. Ama daha neler var...
İş başında bir heykeltıraş gördük ve süper ince ayrıntılar içeren oyma bir tablo yapıyordu. Bu tabloyu bitirmek yaklaşık 5 ayını alıyormuş. Tabii boyut büyüdükçe harcanan zaman da artıyor.
Ve işte bitmiş haliyle tablolar, masalar, ve daha neler neler...
Ve işte şaşırdığımız (ve gururlandığımız) an:
Amannııınnnn Türkçe yazıyor yaawww!!! Sonunda bu ülkede Türkiye'ye ait bişey bulduk!!! Burda rüstik tarz ya da Viktorya tarzı artık ne derseniz buna, çok moda. Kontur ahşaptan, orta yerleri kumaştan olan ve zenginliği temsil eden bu koltuk takımları meğersem bir Türk firma sayesinde gerçekleşiyormuş. Küçük bir dipnot: bunu bulduğumuz showroom oldukça pahalı ve kaliteli ürün satıyordu. Sonunda bizi gururlandıran bir firma çıktı: Işık Panel Collection (ya da artık firma ismi ne ise...)
Yaaa söyledim mi daha önce bilmiyorum ama fotoların üzerine tıklarsanız boyutları büyüyor, hani ayrıntılar için ;)
İşte dünkü gezimizin ilk kısmı bu idi. Diğerinden yarın bahsedeceğim, yoksa çok uzun bir sayfa olacak...