26 Ekim 2010 Salı

Yoğun bir günun sonunda keyifli bir akşam yemeği...

Pazar gününe dönelim... Pazar günü olmasına rağmen bitmez tükenmez bir yarış içerisindeymişim gibi geldi. Yeni uğraşımızın adı: klima taktırmak. Evimizin iki odasında zaten klima vardı ama salonda yoktu. İlk olarak fan ile yetinmeye çalıştık ama eşimin sıcağa olan alerjisine (!) daha fazla karşı koyamadım ve klima alıp eve kurulmasını sağladık. Bu arada bu işlerde yine emlakçı aracılık etti. Ev yine toz toprak oldu...

Her neyse sabahtan ev sahibimiz ile sözleşmiştik. Bizi akşam bir yerlere çıkaracağını söylemişti ve de öyle yaptı. Şehrin üst kısımlarında açık hava bir restorana gittik.


Restoran 3 ayrı bölümden oluşuyor: çardaklar (bizdeki gibi yerde oturuluyor ve alçak bir masa var; sadece üstü kapalı olan restoran (bizim tercih ettiğimiz, manzara dolayısyla..); ve gruplar için kapalı odacıklar.

















Bu arada canlı müzik eşlik ediyor yemeğinize. (Şunu söylemeliyim ki, gerçekten de çok güzel sesler var burada... Yani tamam bizde de canlı müzik yapanların sonuçta belli bir performansı var ama, bunların ki ortalamanın biraz üzerinde gibi geliyor..)




Şehir denizden itibaren uzun bir süre düzlük olduktan sonra yükselmeye başlıyor. Örneğin bizim oturduğumuz Candi Golf alanı şehrin bu yüksek yerinde. İşte bu restoran da onun yaklaşık bir-iki kilometre arkasında ve dolayısyla daha yükseğinde, öyle ki tüm şehir ayaklarınızın altında...


Neyse keyfini çıkaralım akşamımızın. Balık isteyelim. Restoranlarda en sık rastalanılan balık, gurami siparişi verdik. Ev sahiplerimiz de, uzak doğu kültürünün vazgeçilmezi pilav siparişi verdi ilk önce. Pilav burda çoğunlukla palmiye agacı yaprağının içerisinde geliyor.


 Bununla beraber, daha önce de denediğimiz yeşilliği aldılar. Sanırım bu da ana yemeklerle beraber mutlaka alınan şeyler arasında, aynı bizdeki salata gibi...


Bir de garip bir yemek daha aldılar. Adı Muntahu. Bu yemeğin içerisinde tavuk ile küp küp tatsız tuzsuz hamur var. Galiba soyadan yapılmış, eğer ev sahibimizin eşini doğru anladıysak:)

Doğrusu yeşilliği sevmeye başladım. Hafif acı bir sosun içerisinde. Bana biraz ıspanağı andırıyor. Gurami balığı da tamam. Her ne kadar pek bir eti olmayıp, beni aç bıraksa da, tadı fena değil en azından ve de ızgarasını talep edebiliyoruz.



Ama bu hamurlu zımbırtı (Annem duysa yemeğe zımbırtı dediğim için kızardı şimdi :)) gerçekten çok kötü geldi... (Allah'ın verdiği nimete kötü dediğim için de kızardı:)))





Beni tanıyanlar bilirler ki, yemek benim için bir keyif aracıdır. Ben kolay kolay fastfooda gitmem, ani bir hamburger krizim yoksa... Güzel, hoş bir mekanda değişik soslarla hazırlanmış bir yemeği yemeyi tercih ederim hep. Bu yönüm dolayısıyla benim burada kolay yemek yiyebileceğimi düşünenler yanılıyor. Bizdeki çakma uzakdoğu sosları kesinlikle daha güzel, sunumumuz bir harika, ve mekanlarımız çok özenli... Burada manzara ve o ekzotik hava olmasaydı, sanırım çok boş olurdu...Yemekler ise... Karman çorman... Hangi tadı alacağını bilemiyorsun. Beyin fazlasıyla uyarılıp, sonuç olarak keyif hormonunu salgılamaktan vazgeçiyor. ;)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Dersimizin adı: Tropikal Meyveler

Bu ülkenin nimetlerinden biri elbette tropikal meyveler. Ben de cesaretimi toplayıp birer birer denemeye karar verdim.
İşte birinci denemem: Salak (valla gerçek adı bu:)) ya da İngilizce adıyla Snake Fruit. Salak da zaten Bahasa dilinde yılan demek. Nedeni basit, yılan derisi şeklindeki ince ama sert kabuğu.


Meyvenin büyüklüğü yaklaşık bir avuç içi kadar ve sert ilk dokunuşta. Danışmanımız Wikipedia'ya göre (;) meyve oldukça dikenli bir palmiye ağacı türünde yetişiyormuş. Ağacın büyüklüğü kimi zaman 6 metreyi buluyormuş ama meyvesi ağacın köküne yakın yerde bir çeşit salkım gibi yetişiyormuş.


Ağacın fotoğraflarını internette buldum (kopyalayım demeyin de ;).
Kabuğu soyulduktan sonra birbirne bitişik beyaz renkte üç-dört parça görülüyor. Bu yönüyle biraz sarımsağı andırıyor gibi. Her büyük parçanın içinde de fındık büyüklüğünde kahverengi sert bir çekirdek var.

Aslında görüntüsünden de biraz anlaşılıyor, sulu bir meyve değil kesinlikle hatta suyu çekilmiş gibi... Kendine has, belirgin (ve pek de hoş olmayan) bir kokusu var. Tadına gelince, bir kere ekşiden çok tatlı grubuna girer. Eşime göre sıcakta kalmış bardak eriği gibi, bana göre ise sadece "kötüüüüü!!!" Aslında farklı halleri varmış yetişme yerine göre. Mesela bizimkisi Yogyakarta'da yetişen çok kuru olanlardan galiba ama Bali'deki kütür kütür bir meyve imiş. (Wikipedia'nın yalancısıyım ;)

Kısacası bu ilk deneme pek de hayırlı olmadı bizim adımıza...

Hımmm... sıradakinde acaba torpil kullanıp, zaten bildiğimiz (Türkiye'de de artık satıldığı için) bir meyveyi, mangoyu mu konu alsam, hı???

21 Ekim 2010 Perşembe

Muson yağmurları

Garip bir hava hakim bu ülkede ya da belki biz geç kaldık bu ülkeyi özünde görme konusunda.. Buna ister mevsimlerin değişimi, ister küresel ısınma deyin...
Jakarta'ya ilk geldiğimizde her gün yoğun yağmurlar vardı, halbuki daha eylülün başındaydık. Sonrasını bir kuraklık aldı sanki... Semerang'a geldiğimizden beri doğru dürüst yağmur yağmıyordu. Sadece ara sıra Türkiye'de de görebileceğimiz yoğunlukta yağmurlar söz konusuydu... Ekim olduk, muson dönemine girdik yağmur nerde kaldı diye düşünürken, bir kaç gün önce, daha önce hiç duymadığım kadar güçlü gök gürlemeleri ile yağmur "ben geldim" dedi...
O günden sonra ara ara yağmur yağmaya devam etti, özellikle de geceleri..

Ve işte bugün, her dakika şiddetlenen, gök gürlemeleri ile bezeli bir yağmur bu sabahımıza bereketini yağdırdı...

Küçük bir bilgi olsun diye videoya çektim (ve bu yazıyı yağmuruyu size yaşatma için yazdım), ama yüklemeyi bir türlü gerçekleştiremedi. Zaten ben bunları yazarken, yağmur daha da şiddetlendi...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Kral çocuklar

Bu ülkedeki çocuk bakıcılığından sizlere söz etmiştim. Henüz ergen bile sayılmayan ufacık kızlar (oldukça zayıf ve sinmiş olduklarından belki de yaşlarından bile daha da küçük görünüyorlar), bazen bir, bazen iki çocuğa bakmak zorunda kalıyor. Dışarı çıktıklarında bazı aileler bu kızlara hademe kıyafetlerine benzer üniformalar giydiriyorlar. Haa bir de sırt çantaları oluyor çoğunlukla, içinde baktıkları çocuğun eşyaları var (kıyafet, bez, oyuncak, vs). Yalnız bu bakıcılıkla alakalı şunu da söylemeliyim: burada kural yok. Yani çocuğa yapma etme denmiyor... Sadece nereye giderse peşinden koşuluyor ve de bir şeyler kırmasına ya da bir yerlerini kırmasına engel olunuyor.
Ama kral çocuk bu ülkede... Bu fotoğraf da bunu resmediyor. Çocuk koltukta, yanına kuru yere diz çökmüş bir kızcağız... Ev sahibimizin çocuğu ve çocuk yaştaki çocuk bakıcısı...
Bu konudan daha önce bahsetmişken bir kez daha vurgulamak zorunda hissettim çünkü geçenlerde ev sahibimizin eşi bana çocuk bakıcılarının gittiğini söyledi. Bir gün biri gitmiş, ikinci gün diğeri. Bu yüzden de çocuklarına kendisi göz kulak olmak zorundaymış. Sordum neden gittiler diye. Cevap basit: Ev sahibimizin çocukları çok aktif, hatta hiperaktif. Kız çocuğu bile yerinde durmayan hatta hınzırlıklara öncülük edenlerden. Haliyle sadece çocuğun peşinden koşmak bile başlı başına bir iş. Özellikle de çocuğa dur deme imkanınız yoksa.
Ve bu sadece bizim ev sahibinin çocuğunda geçerli bir durum değil. Burada tüm çocuklar fırlama... Haa elbette bizim Türk çocuklar da öyle, özellikle biraz geri kalmış veya orta halli ile alt tabaka insanlarınki öyle.. Onları küçümsediğimden değil, bu bir farkındalık. O çocuklar evler kirlenmesin diye sürekli dışarıda büyüyorlar. Akşam da hiç bir ilgi görmeden, babalarının işten dönmesiyle muma dönerler... Enerjilerini atmak da gün içine kalır. Çoğunlukla annelerinin dur sesine kulak asmazlar, tek saygı (ya korku mu demeliyim?) unsuru babaları...
İşte burda da anne babalar çocuklarla ilgilenmiyorlar, dur deme ihtiyaçları da yok çünkü bakıcı zaten çocuğa veya etrafa bir zarar gelmesini engeller diye düşünüyorlar. Çocuk bakıcısı ise çocuğa bir kral muamelesi yapmak zorundadır ve otorite kurmaz, istese de kuramaz... öyle bir şansı yok...

Dün Endonezya ile alakalı bir fransız forumunu okudum. Sadece benim gözüme çarptığını düşünmüştüm ama başkaları da fark etmiş. Hatta bir Fransız da "Kral çocuklar" tanımlamasını kullanmış... Geleceğin otoriteden yoksun çocukları; kral çocuklar...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Made in İndonesia... ya da Made in China mı demeliydim?..

Hiç bitmeyecek gibi gelen bir hafta süresince eve taşınmaya çalıştık.. Daha önceki yazımda yaşamaya başladığımız zorluklardan bahsetmiştim yaaa, işte onlara bir dolu daha sorun ekleyebilirsiniz... Eşim işte olduğu için gelen giden işçilerle ben ilgilendim.. İşçi de ne işçi ama... Yahu akıtan bir lavabonun onarımı tüm bir gün sürer mi??? Eğer Endonezya'daysanız sürer...
Bu arada işçilerin, emlakçının ya da ev sahibinin eve geliş saatleri sabah en geç 8de başlıyor... Burada hava erken aydınlanıyor, bu nedenle herkes erkenci, seni de öyle biliyorlar. Yani ben yorgunum uykum var deme şansınız yok... Ha geldiler ben bir yerde oturur keyfime bakarım onlar yapana kadar diye düşünebilirsiniz ama başında durup soru da sormazsanız her şeyi gizlice halletmeye çalışıyorlar. Yani benim için saat 8de başlayan mesai tüm gün ayakta ve yemek yemeden devam etti...
Evde var olan ve ev sahibimiz tarafından verilen tüm elektrikli eşyalar bozuk, ampuller dahil. Yaaa bakıyorum ampulün kabına Philips yazıyor... Meğersem burada sahte Philips ampulleri doluymuş, hatta şehrin iki büyük hipermaketi Carrefour ve Hypermart da sahte satıyormuş... Eeee onlar da sahte satıyorsa biz nerden bilip bulcaz orijinalini diye bir soru geldi aklıma, ama cevabı belli: bu bi kumar, ya çıkarsa deyip alacaksın her şartta...


İşte evimiz!!!

Neyse beyaz eşyamız geldi... İlk defa Samsung marka bir buzdolabım oldu, hala garibime gidiyor böyle LG, Panasonic ya da Samsung beyaz eşya görmek, ama inanın burdaki tüm beyaz eşya markaları elektronikçi aslında... Yavaş yavaş yerleştik bari interneti de halledelim dedik, maalesef evde telefon hattı yok. Napsak dedik, baktık seçeneklere. Smart diye bir firma çağırdık, bilgisayara takılan ufak modemler (vınnlar) ile bağlantı sağlıyorlar. Hızı 3.1 Mpbs ama bi test ettik, 270lerde, açmıyor Google dışında bir şey. Speedy diye bir firmayı sorduk. 3.1 hız için 1.500.000Rp istiyor, yani  aylık 255 liraya geliyor... Yuh nasıl hizmet bu dedim içimden bangır bangır!!! Neyse bulduk bir alternatif : Aha. (Valla adı bu:)) Her bir modemin bir hızı var, benimkisi 3.1 ve fiyatı 500 bin küsür Rp. yalnız 3GB sınırı var... Onda da alır almaz sorun çıktı. Neyse yeni modem verdiler, şimdilik iyi gibi gibi... ama valla hiçbişeye güvenim yok, alınan her şey elde patlıyor burda. Her şey mi bozuk çıkar yahu...



Evimizin manzarası. Tarzana yetecek kadar uzun dallar var:)) Hımmm bir de keçiler, bilmem görebildiniz mi???
 Ev sahibimiz Çin asıllı. İnanılmaz bir Çin nüfusu var burada ve tüm dünyayı ele alan Çin malları elbette buranın kralı. Bunun nedeni basit: fiyatı. Ev sahibimiz (bana göre çalışmayan ve bozuk) küçük elektrikli ev aletleri satıyor. İşlerinin nasıl olduğunu sorduğumuzda iyi olduğunu söylemişti, çünkü "çok kaliteli mallar değilmiş, bu yüzden ucuzmuş, bu yüzden de toplumun çoğunluğu alabiliyormuş" (!) Ehhh doğru söze ne denir???
Yalnız aynı adam bize şunu da söylemişti: Hollanda sömürgesi döneminde, Hollandalılar elbette kendi vatandaşlarını birinci sınıf, Çin asıllı vatandaşları ise ikinci sınıf görüp, sıralamanın en arka cephesine Endonezyalıları koyuyormuş. Ve sözlerine şöyle devam etti: Şimdi de Endonezya Hükümeti Endonezyalıları birinci sınıf görüp, Çinlilere yine ikinci sınıf muamelesi yapıyorlarmış. Yani ona göre konumları değişmemiş...
Tabii bunu bir de kendi gözümden aktarayım, ki benimki sadece görsel bir farkındalık: mağazalarda iyi giyinen, arabalarda seyahat eden, bizim oturduğumuz bu alanda oturan, yediğimiz ve ülke için pahalı sayılan lokantada yemek yiyen hep Çinliler. Peki gerçek Endonezyalıları nerde mi görüyorum: Çekçekçiler Endonezyalı, çocuk bakıcısı ufaklıklar Endonezyalı, sokakları süpüren, güvenlik görevliliği yapan, hizmetçilik yapanlar hep Endonezyalı...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Lüks evin içinde primitif hayata dönüş...

Ev için koşturuyoruz bir süredir. Evi buldunuz, nesine koşturuyorsunuz derseniz, "herşeyine" olur cevabım... Geçen cumartesi günü evi bize teslim edeceklerdi. Teslimden kastım içinin boyası, klimaların bakımı, su ve elektrik tesisatının bakımı ve onarımı ile evin genel temizliğini kastediyorum (ki bu standart prosedür burda). Peki neler oldu... Açıklayayım: Cuma akşamı evi görmeye gittik, 4 adam nerdeyse diş fırçası kadar bir fırça ile  1 haftadır evi boyamaya çalışıyor, o da tüm evi de değil, ev sahibimizin isteği üzerine sadece "gerekli yerleri" boyamaya çalışıyorlardı. Nasıl olur, bize söylenen bu değildi, ayrıca şimdi diğer yerleri de yapacak olurlarsa bunlar 1 hafta daha isterler diyerek çıkıştık emlakçıya ve ev sahibinin eşine (ev sahibi yurt dışında olduğundan "zarif" düşüncelerimizi paylaşamadık onunla). Neyse emlakçı "ben yarın bitsin diye gerekeni yaparım, gerekirse kendim boyarım" dedi ve de öyle yaptı. Ama cumartesi akşamına bitti. Bu arada bizim cumadan alacaklarımız, ev için zaman harcadığımızdan, cumartesine kaldı. Eee teslimat da ertesi güne derken, geldik pazara. Geldik gelmesine ama evin boyası berbat, altını temizlemeden tek bir tabaka boya sürmüşler...
Sıcak su yok, gelen beyaz eşyanın da kurulumu pazartesine olacakmış.
Neyse olduk pazartesi, sabah 10 da kurulum için gelecekler 11de geldi, dolayısıyla 11'e çağırdığım temizlikçi o saatte hiçbir şey yapamadı. Aynı anda uydu televizyon ve su tesisatçısı geldi... Hepsine ingilizce sorup, bahasa olarak cevap aldım.

Bahçenin elektriğini yapayım derken emlakçı sigortayı yaktı... Ve hala benim elektrikçi çağıralım diye tüm ısrarlarıma rağmen kendi yapmaya çalıştı. Olmadı ev sahibinin elektronik teknisyeni çağırıldı. Çocukcağız sadece ampulu takıp etrafını zımparalamayı akıl etti. Sigortaların yandığını hala kimse anlamıyor (emlakçı elektrik ile oynarken yaşanan patlamaya rağmen hem de (!!!) Hala etrafta dolaşıp "elektrikçi gerekiyor millet" demeye çalışıyorum, kafaları bastığında saat 5 olmuştu ve tahmin edin ne oldu: evet yarına kaldı.

Hımmm gelelim diğer meseleye... Evin sıcak suyu sadece üst kattaki banyoda var (sadece orda elektrikli termosifon var), ki orda da sıcak su yok aslında çünkü termosifon bozuk (hadi bilin ne zaman gelip onaracaklar: daima doğru cevap yarın (!). Bu ne demek, alt katta yok, mutfakta yok, lavaboda yok. Peki bu ülkede bulaşık makinesinin bulunmadığını, bulunan yegane makinenin Electrolux marka ve tek çeşit olduğunu, onun da fiyatının 10.000.000Rp'nın üzerinde olduğunu, yani altı üstü bir bulaşık makinesinin 1700 liradan fazla olduğunu, buna karşılık Samsung marka LCD ekran 32 inch televizyonun + Samsung buzdolabı + Samsung ful otomatik çamaşır makinesine toplam 9.000.000Rp ödediğimizi söylersem, ne düşünürsünüz?!!
Gelelim bunun mantıklı (ya da bana göre tamamen mantık dışı olan) açıklamasına: Burada sıcak su için termosifon gerekli ve bu su+elektrik+termosifon için para demek. Bu ülkenin de pek de orta halli insanı yok bizdeki gibi, ya çok fakirler -ki o zaman zaten tüm bunlar onlar için lüks demek-, ya da çok zenginler - ki zaten bulaşığı hizmetçi yapıyor demek.
Ben de dedim ki makine pahalı, iki kişiyiz altı üstü, kendim yıkayıveririm bulaşıkları, nolcak ki... Evet ama sıcak su yok mutfakta... Sordum emlakçıya "siz napıyonuz, yağlı yiceklerin konduğu tencere tabağı da mı soğuk suyla yıkıyorsunuz" diye, cevabı "su ısıtıyoruz" oldu.

Yani evlerin milyarlara mal olduğu Semerang'ın en lüks semtindeki bu evde primitif hayata döndük... Su ısıtıp bulaşık yıkayacak hale geldik... Ne mutlu bize...

Cumartesi günü karşılaştığımız ve bu ülkeyi anlatan bir fotoğraf ile son vereyim bu yazıma da...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Pazar gününe geri dönelim...

Herşey bir pazar günü başlamıştı... diyerek pazar günümün ikinci kısmına dönüş yapayım.
Eveeettt... en son Jepara adlı şehre gitmiştik ve dedik ki, hemen otele dönmeyelim. Zaten ev sahibimiz de bizi gezdirmeye meraklı, haydi Pet Show'a gidelim.
Adından anlaşılacağı üzerine o gün köpek şovu vardı. Ödüller falan verildi en güzel köpeklere. Ama bu kısma değinmeden önce şunu anlatmalıyım:
Ev sahibimizin köpeği vardı. Bizi evine buyur ettiğinde gördük ve hemen sevmeye yanına gittik. Neyse içeri falan girdik.. öyle konuştuk falan... köpekleri sevip sevmediğimizden (ki severiz), vs...
Ertesi gün (pazar günü) arabadayken konu bizim hangi dine mensup olduğumuza geldi ve biz de müslümanız dedik. Ev sahibimiz ve eşinin ilk tepkisi "ama siz dün köpeği sevdiniz" oldu. Biz afalladık tabii, ne gibi bir bağlantı var ki diyerek... Bize burdaki müslümanların köpekleri kirli olarak gördüğünü, bu yüzden köpeğe dokunurlarsa hemen ellerini yıkamak zorunda hissettiklerini, yoksa kendilerini de kirli hissedeceklerini anlattılar (sanırım bu yüzden ne Jakarta'da ne de Semerang'da sokak köpeği dahi görmedik). Birden Türkiye'nin çeşitli il ve mahalleleri gözümün önüne geldi, ve hiçbir yerde (köyde bile) bizim böyle bir düşünceye sahip olmadığımızı fark ettim (şükrederek). Valla ben dokunmak bir yana, evim var artık diyerek direkt köpek almak niyetindeyim ama bu sefer korku sardı içimi, konu komşu bişey der mi ki?.. Ama bu konuda güvence verdiler, bizim sitede zaten çoğu yabancının varmış köpeği, bişey olmazmış.. İşte böylece bizi köpek showuna götürmeye karar verdiler.

 
Çok eğlendik ve çok komik köpekler gördük. Ama Golden'ler benim favorim ve galiba doğru yerde bulunmanın şansı ile, golden satışı ve bakımı yapan bir adamla tanıştık. Yanılmıyorsam köpek yaklaşık olarak 300 dolar falandı.
Upuzun "saçlı" köpekler de vardı, birbirinden güzel...

Biz günü bitirmeye, ev sahibimiz ise bitirmemeye karar verdi ki, sonrasında bizi deniz kenarında bir yere yemeğe götürdüler. Eeee iyi de yaptılar... Çok güzel bir yerde yemek yedik. Denizin kenarında kurulu büyük bir alan.. Ahşap dekorasyon kullanılmış... Deniz ürünleri ağırlıkta ama geniş bir yelpazesi var gibi menüde (her ne kadar sadece bahasa dilinde yazılmış olsa da).



Neyse ev sahibimizin de varlığından yararlanarak sossuz ve ızgara bir balık siparişi verdik, bir de yeşil salata. Yani normalde biz ne kadar debelensek anlatamıyoruz, belki o başarır diye düşündük, ama hesaba katmadığımız şey hangi balığın ızgara olacağı idi...


İşte bize gelen balık bu... Pek de iştah açıcı görünmüyor değil mi?? Nerdeyse yanmış, kömür olmuş sanki. Tanıştırayım: Gurami balığı.
Gurami tatlı su balığı ve kılçıklarını çıkarttığınızda geriye pek de bir et kalmıyor, ama genel anlamda güzel tadı  var. Yaaa ne yalan söyleyim, ben gene de en iyi bildiğin şey en güzelidir diyerek ve Çanakkele'de yediğimiz o enfes deniz levreğine gönderme yaparak, bizim balıklarımız daha tatlı diyebilirim.
Neyse Allah'tan ev sahibimiz akıllı davranarak bir yemek daha sipariş verdi. Yanda gördüğünüz kırmızı etli (herhalde dana olsa gerek) havuçlu mantarlı yemek ile karnımızı doyurmaya çalıştık. İçindeki yeşillikleri ilk olarak ıspanağa benzettim ama kanola imiş ve burda yemeklerde gerçekten de çok kullanılıyor. Belirgin bir tadı yok, özellikle de yemeğin içinde kayboluyor tadı.
Salataya gelince, bol soslu, füme etli ve yeşillikten çok, sebze içeren bir şey geldi...
Gene mi aç kaldık, ne???

4 Ekim 2010 Pazartesi

Geri döndüümmm!!!

Geri döndüüüümmm... Nerden mi? Vasat ruh halimden diyebilirim... Geçen hafta çok da istediğimiz gibi geçmemişti. Kiralamak için tamam dediğimiz evin sahibi son dakka golü ile bize yepyeni (ve bol para içeren) isteklerle geldi. Nerdeyse evin iki katı parasını istemeye karar verdi bir anda. Tabii evden vazgeçtik biz de... ve yeniden ev arayışlarına girdik... ve de... bulduk!!! ve bu defa kesin hem de!! Evin boyanması falan başladı... Hatta ev sahibimiz ile dost olduk bir anda. Meğersem otelimizin tam karşısındaki büyük evde oturan müstakbel ev sahibimizmiş!!! Yaaa demek ki çok uzağa bakmamayı öğrenmek gerek ;)
Ev bir öncekinden küçük ama hala 3 odası var ve küçük de bir bahçesi. Sevimli genel anlamda.
Bu arada ev sahibimiz ile dost olduk derken, komple bir pazar gününü beraber geçirdik diye de eklemeliyim ama aşama aşama bahsedeyim bunlardan...

Ev sahibimiz ile cumartesi yolda karşılaştık, bizi eve buyur etti ve gördük ki dıştan muhteşem görünen evin içi fos... Şöyle ki ev...hımmm...boş diyebiliriz. Yani kocaman boşluklarla bir iki mobilya ve bol bol ıvır zıvır serpiştirilmiş. Evin içi bakımsız genel anlamda... Ama etrafta fazlasıyla hizmetçi var. Ev sahibimizin üç çocuğu ve çocuk yaşta iki çocuk bakıcısı var. Temizlikçisi, bahçıvanı, bir de şirketinin şoförlerini sayarsan 17 hizmetçisi varmış!! Yanlız bu ülkenin hizmetçileri bizimkiler gibi değil "Burayı yetiştiremedim abla, artık bir sonraki geldiğimde yaparım" diyen ve bu şekilde yarım iş yapıp bir de sonraki gelişini garantileyen hizmetçiler yok burada. Aile ile birlikte ama evin dışından girilen bir yerde yaşayıp, inanılmaz sinmiş durumdalar. Evdeki manzarayı şöyle tarif edeyim: Koltukta oturan 3-4 yaşında bir çocuk ve onun yanında kupkuru yerde (fayans üstünde, halı malı yok yani) oturan ve ona efendisiymiş gibi davranan 13-14 yaşında çocuk bakıcısı kız!!!

Neyse haydi geçeyim şimdilik bu kısmı. Biz demiştik ki şu ahşap mobilya cenneti şehri görmek istiyoruz, o da bizi götürmeyi teklif etti, ve ertesi gün, yani pazar günü, ben, eşim, o ve eşi, 3 çocuğu, iki çocuk bakıcısı, çıktık 2 saatlik yola. Aslında mesafe belki çok uzun değil ama yol berbat ve motosikletlilerin varlığı nedeniyle kesinlikle 60-70'in üzerinde hız yapamıyorsunuz.
Bu arada bizimkiler kahvaltı yapmamış, daha şehirden tam çıkmadan yemek molası verdik.


 Girdiğimiz yer Padang şehrine ait yemekler yapıyormuş. Salaş bir yer ve doğrusu bu yemeklerin görüntüsü olarak diğerlerinden çok da farklı olduklarını hissetmedim. Ağzı açık şekilde kontuarda duruyorlar ve siz de tabağınıza kendiniz alabiliyorsunuz. Bir nevi açık büfe. Yanlız her defasında beni şaşırtan bir şey, her şeyi birbirlerine karıştırarak yemeleri. Yani kırmızı et, tavuk eti, yeşillik, sebze, pilav, her şey karman çorman olarak tabağa konulup bir de soslanıp yeniliyor.

İşte ev sahibimizin yemeği. Yeşillik pilav, koca bir parça tavuk ciğeri ve bolca soslanıp et olmaktan çıkmış bir kırmızı et kompostosu gibi bişey. Gene denedim, ve...yani kırmızı et acil durumlarda yenilebilir belki ama o ciğer var ya...Tövbe bismillah bir daha yemem!! (Rabbim sen aratma da onu gene de, büyük konuştuğum için de cezalandırıp yedirttirme de. Amin).
Bu arada yemek konusunda, küçük hizmetçiler (bana eskiden Türkiye'de var olan beslemeleri hatırlatıyorlar) ilk olarak çocuklara yemek yedirttip, kendilerine de yemek alındıysa, ancak vakitleri varsa oturuyorlar ve yiyorlar. İşte ailenin küçük fotosu...

Arkada gördüğünüz iki küçük kız çocuk bakıcıları. Yani çocuğa çocuk emanet ediyorlar burada ve bu onlara o kadar normal geliyor ki, şaşıyorum... Biz bişey yiyip içmedik ama zaten olsa da bu kızların önünde, onların canı çeke çeke yemek korkunç geliyor...
Neyse tekrar çıktık yola ve şehrin otogarının yanından geçtik.Nerde o bizdeki otobüs lüksü yaşatan firmalar, Varanlar Ulusoylar, nerde Koçlar, Hakiki Koçlar, Öz be Öz Hakiki Koçlar...
Burda birer çöplük misali dizili otobüsler. Hangisine binsem herhalde ilk aklıma gelen, gideceğim yere sağ salim varırsam kurban kesmek olur:))


Haydi devam edelim yolumuza çocuk çığlıkları arasında ve varalım kafamız şişmiş vaziyette Jepara adlı şehre. Şehir çok sevimli ve bana sorarsanız Semarang'dan daha düzenli ve temiz. Hatta yürüyebileceğiniz kaldırımı bile var!!!! (Burda nimet bu, size gırgır geliyordur tabii! Aahhh nerde o akşam yürüyüşü ile Tunalıdan Kızılaya vardığım eşsiz anlar...;)

Yol boyunca sağlı sollu ahşap mobilya imalat veya satış yerleri var. Gerçekten de şehir bunun üzerine kuruluymuş. Biz de girdik açık olan birkaç tükanın içine. Ne diyeyim, tek kelime ile muhteşem şeyler var. "Bunu istiyyoomm, bunu da istiyommm, hatta bunu da..." diyerek oyuncak tükanına girmiş küçük çocuk gibi hepsine saldırdım... Elbette ucuz değil, ama yine de Türkiye'den ve bu ülkenin mobilya satışını yapan Mudo'dan daha ucuz.

Bu atlardan oluşan dekoratif ahşap, tek bir ağaç parçasından heykel gibi yontularak yapılmış. İşçilik de mükemmel belirtmeliyim. Yani genel formlar verilip öylece bırakılmamış. En ince ayrıntı inanılmaz bir titizlikle yapılmış. Ama daha neler var...

İş başında bir heykeltıraş gördük ve süper ince ayrıntılar içeren oyma bir tablo yapıyordu. Bu tabloyu bitirmek yaklaşık 5 ayını alıyormuş. Tabii boyut büyüdükçe harcanan zaman da artıyor. 


 Ve işte bitmiş haliyle tablolar, masalar, ve daha neler neler...


Ve işte şaşırdığımız (ve gururlandığımız) an:

Amannııınnnn Türkçe yazıyor yaawww!!! Sonunda bu ülkede Türkiye'ye ait bişey bulduk!!! Burda rüstik tarz ya da Viktorya tarzı artık ne derseniz buna, çok moda. Kontur ahşaptan, orta yerleri kumaştan olan ve zenginliği temsil eden  bu koltuk takımları meğersem bir Türk firma sayesinde gerçekleşiyormuş. Küçük bir dipnot: bunu bulduğumuz showroom oldukça pahalı ve kaliteli ürün satıyordu. Sonunda bizi gururlandıran bir firma çıktı: Işık Panel Collection (ya da artık firma ismi ne ise...)

Yaaa söyledim mi daha önce bilmiyorum ama fotoların üzerine tıklarsanız boyutları büyüyor, hani ayrıntılar için ;)

İşte dünkü gezimizin ilk kısmı bu idi. Diğerinden yarın bahsedeceğim, yoksa çok uzun bir sayfa olacak...